Sıra | DOSYA ADI | Format | Bağlantı |
---|---|---|---|
01. | Hi̇kâyeni̇n Modernleşme Yolculuğunda İki̇ İsi̇m: Sait Faik Abasiyanik Ve Oğuz Atay - “asiye Çiğri Yildirim” | pptx | Sunumu İndir |
Transkript
ROMAN VE HİKAYE İNCELEME YÖNTEMLERİ “Asiye ÇIĞRI YILDIRIM” HİKÂYENİN MODERNLEŞME YOLCULUĞUNDA İKİ İSİM: Sait Faik ABASIYANIK ve Oğuz ATAY Hazırlayan: İzzet BAYAT No: 16553009
Özet ; Sait Faik Abasıyanık ve Oğuz Atay, hikâye türünün modernleşmesi ve modernizmin bu türe yansımaları değerlendirildiğinde, Türk edebiyatının üzerinde özellikle durulması gereken iki önemli ismidir. Bu çalışmada Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” ve Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” hikâyeleri, hikâyenin modernleşme serüveninde hangi noktada yer aldıkları incelenmek üzere, çalışmaya esas oluşturan metinler olarak belirlenmiştir. İnsanı ve insan sevgisini esas konu edinen Sait Faik, insanlığa ait temel sorunları kendine has penceresinden görür ve bilhassa, en az hikâyenin konusu kadar önem ve ayrıcalık gösterdiği şiirsel diliyle, hikâyelerini geleneksel olandan ayırmayı başarır.
Türk hikâyeciliğinin modernleşme sürecinde bir diğer önemli isim ise Oğuz Atay’dır. Kırk üç yıllık kısa yaşamında kaleme aldığı sınırlı sayıda eserinde, edebiyatta modernizmin ilk güçlü izlerini gördüğümüz Atay, aynı zamanda postmodern edebiyatın habercisi olarak Türk edebiyat tarihinde, önemli yerini almıştır. İncelen her iki metinde de modern hikâyenin özelliklerinin teknik açıdan ve içerik açısından var olduğu görülmüştür. Anahtar Kelimeler: Oğuz Atay, Sait Faik Abasıyanık, Modernizm, Hikâye
Giriş; Modernizmin kurguladığı hayatın içinde yaşamaya mahkûm olan sanatın ve sanatçının ilkeleri, özellikle 20. yüzyılın başından itibaren, modernizmin değerlerinden çok farklı bir biçimde ortaya çıkar. Modernizm; aydınlanma fikirlerinin ve bu fikirler doğrultusunda kurgulanan hayatın yarattığı değerler ve bu değerler çerçevesinde biçimlenen düşünce ve algılayış sistemidir. Aydınlanma düşüncesinin ilkeleri, dinin baskısına karşı çıkarak, birey merkezli bir dünyayı, akılcılık, modern bilim ve hümanizmle inşa etmeyi amaçlamıştır. Çünkü Modernizm, insanlığı, daha iyi bir geleceğe taşıyacağı varsayımı üzerine kurulmuştur.
“Modernizm, Batı’da sosyal hayata, bilime, insanlığın toplumsal örgütlenmesine hâkim olurken, sanat ve edebiyatta ortaya çıkan modernist tavır, modernizmin ürettiği değerlere ve gerçeklik anlayışına tam ters istikamette gelişir.” Bu sebeple sanatta modernizm ile modern hayat kurgusu farklılık gösterir ve sanatta modernizmin, “Avrupa realist geleneğinden estetik bir kopuşu temsil eden bir sanat hareketi” olduğu ve kendine özgü anlatım biçimleri ve üslup aradığı görülür. Batı dünyasının bizden çok daha erken bir tarihte başlayan modernizmle hesaplaşma süreci bizde 1940’lı yıllarda edebi ve felsefi metinlerde karşımıza çıkmaya başlar. Çünkü Batı’da ortaya çıkan ve sanatta modernist bir tavır geliştirilmesini sağlayan birçok felsefi metin ancak 1940’larda çevrilmiş ve Türk aydın ve yazarı bundan sonraki süreçte, özellikle İstanbul merkezli bir modern yaşamı ve bu modern yaşamın insanda ve insanlıkta yarattığı tahribatı dile getirmeye başlamıştır.
Bireyi ve kendini anlatma derdi taşıyan, hikâyelerindeki üslubu ve değişen anlatım tekniğiyle önemli bir dönemeçte duran Sait Faik, hikâye türünün modernleşme sürecinde, modernist tavrıyla önemli bir isim olarak karşımıza çıkar. Özellikle 1954 yılında yayımlanan “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı kitabında topladığı hikâyeleri, değişen edebi anlayışının ve gerçeklik algılayışının ürünleridir diyebiliriz. Sait Faik sadece eserleri ile değil, aynı zamanda kendinden sonraki kuşaklar üzerinde güçlü etkisi ile de anılması ve incelenmesi gereken bir isimdir.
Hikâyelerinin önemli bir bölümünde birinci kişi ağzını kullanan Sait Faik, kendisinden önce var olan ve modern anlayışın en önemli ilkeleri kabul edilen gerçeklik, objektiflik ve dolayısıyla yazarın kendini saklaması ilkelerini yıkarak, kimi zaman sürrealist bir tutumla, adeta kendi yaşamını, değer yargılarını ve hayalindeki dünyayı anlatır hikâyelerinde. İlk hikâyelerini geleneksel tekniğe uygun yazmış olsa da daha sonraki eserlerinde, klasik konu birliği, hatta konu bile ortadan kalkmıştır. Hiçbir zaman, toplumsal değerlerin yarattığı kalıpların içine girmeyen ve bu tür dayatmalara şiddetle direnen yazar, bünyesinin zorunlu kıldığı bir antimodernist tavırla yaşamış ve bu tavır, eserlerinde de vücut bulmuştur, denebilir. Varlıklı bir ailenin çocuğudur. Babasının arzusu oğlunun kendisi gibi bir tüccar olmasıdır, annesi ise hariciyeci olmasını arzu eder.
Oğuz Atay, Türk edebiyatının önemli evrilme noktalarından birinde yer alan, 1970 sonrası yazdığı eserleri ile adından söz ettiren yazardır. O, kırk üç yıl kadar kısa süren yaşamında yazdığı Tutunamayanlar (1972), Tehlikeli Oyunlar (1973), Bir Bilim Adamının Romanı (1975), Korkuyu Beklerken (1975), Oyunlarla Yaşayanlar (1985), Günlük (1987) ve Eylembilim (1998) adlı kitaplarında 1970 sonrası Türk insanının yaşadığı bunalımı anlatmaya çalışmıştır. Türk edebiyatında modernizm konusunda, adı, hikâye ve roman türünde anılmadan geçilmesi mümkün olmayan ve aynı zamanda postmodernizmin öncüsü kabul edilen Oğuz Atay, “romanlarında ve tiyatro eserinde olduğu gibi hikâyelerinde de edebî eserin en temel esası olan tahkiye unsurunu incelikli bir tarzda kurgulayıp, metninin yapısını çok sağlam örgüleyen bir yazardır. Geleneksel olan anlatı formlarının yanına “iç monolog”, “bilinç akımı”, “geriye dönüş”, “kolaj” gibi farklı anlatım tekniklerini kullanarak yeni formlar eklemiş; kurmacanın sınırlarını üst seviyelere çekerek Türk roman ve hikâyesinin gelişimine çok önemli katkıda bulunmuştur.”
Bu çalışmada üzerinde durulacak olan hikâyeye geçmeden önce, tek hikâye kitabı olan ‘Korkuyu Beklerken’de yer alan hikâyelerin genel teması hakkında bilgi vermek, Atay’ın modernist tavrı hakkında kanaat oluşturmada yardımcı olacaktır, kuşkusuz. Modern yaşamın kurgusu içinde modern değerlere ayak uydurmayı becerememiş, bu sebeple toplumdan kendini soyutlamış, yalnız, başarısız, içsel sorunlarıyla boğuşan ve var oluşunu sorgulayan hikâye kahramanlarını, modern yaşamın içsel parçalanmaya sürüklediği bireyin toplumla ve kendi iç dünyası ile girdiği çatışmayı, yani modernleşme sancısını yaşayan kişileri, Atay’ın perspektifinden izleriz ‘Korkuyu Beklerken’de. “Nitekim Oğuz Atay da birçok Batılı yazar gibi bu konuyu, Türkiye’nin modernleşme sürecinde geçirmiş olduğu değişim perspektifini de katarak işler.
Atay’ın romanlarında Doğu ve Batı’nın kültür değerleri arasında varlığını sürdürmeye çalışan Türk aydınının geri kalmışlığın yozlaştırdığı ölçülerle biçimlenmiş bir değerler sistemi içindeki savaşımı, gözler önüne serilir. Yazar, düşünen ve eleştiren aydın bireyin kendisiyle ve karşıt dünyayla hesaplaşmasını, ‘gerçek Ben’e ulaşma yolunda gösterdiği çabayı, varoluşçuluk felsefesi çevresinde ve ironik bir anlatım tutumuyla okuyucuya aktarır.” Bütün bu değerlendirmeler ışığında Atay’ın hikâye türünün modernleşme sürecine katkısının büyük olduğunu belirtmek kuşkusuz yerinde olacaktır.
MODERNİZM MERCEĞİNDE İKİ HİKÂYE: 1-) “Haritada Bir Nokta” ve İnancın Yıkımı; Bu hikâyede Sait Faik, 1948’le başlayan üçüncü dönem hikâyelerinde olduğu gibi, artık gördüklerini samimi bir üslupla anlatan, kendini gizleme gereği duymadan adeta hikâyenin bir kişisi olarak yer alır ve gözlemci anlatıcı olmaktan çıkıp kendini ve kendi gerçekliğini anlatır. Haritada Bir Nokta, yazarın çocukluğundan beri haritalara ve haritalarda gördüğü özellikle küçük ve şekilsiz adalara duyduğu ilgiyi anlattığı cümlelerle başlar.
“Haritada ada görmeyeyim. İçimde dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir.” diyerek adalara ve ada yaşamına ait beklenti ve hayallerini anlatır okura. Öyle ki “hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan hareketleri ağır, elleri çabuk abalar giymiş bir balıkçı… sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülgerbalığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz…” tasviri ile yazarın özlemini duyduğu hayatın, o adalarda yaşanmakta olduğunu düşünür okur. Ada olgusu çoğu zaman insan için kalabalıklardan kaçışı, sakin bir hayatı, küçük bir dünyanın küçük insanlarının kurduğu samimi ilişkileri, yani bir ütopyayı ifade eder. Ada tasavvuru ile özlenen hayat aslında modern yaşamın dişlileri arasına sıkışan bireyin kaçış noktasıdır. Ada yaşamında var olduğu hayal edilen her şey; modern yaşamla birlikte hayatımızdan uzaklaşmış, korkunç bir hızla ve bitmek bilmeyen kurallar yığınıyla zamana hapsedilmiş ve doğadan koparılmış mekanın mahkumu haline gelmiş birey için, adeta ütopyaya dönüşmüştür. Bu hikâyede Sait Faik, ada tasviri ile hayalini kurduğu yaşamı anlatır okura.
Hikâyenin ilerleyen kısmında “İşte çocukluğumun ve ilk gençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler” cümlesi ile yazarın hayalini kurduğu yaşama adım attığını, yazarın taşıdığı umudun en azından bir kısmını içimizde hissederek okuruz. Yazar bir şehir yorgunu olarak “sanki on dört yaşında sarışın bir oğlan gibi basıp gittiği” adaya dönmüştür ve modern yaşamın kurguladığı şehir tasvirini yaparken yorgunluğunu ve bu yorgunluğa sürüklenişini, şu şekilde anlatır: “ … bir motor beni büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım. Cebim para görmüştü, kadın görmüştüm. Şehvet tatmıştım. Kumar görmüştüm. Hırsızlık mahpushane görmüştüm. Kerhane görmüştüm. Yankesicilerle hırsızlarla arkadaşlık etmiştim. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Irza geçmiştim. Sevmiş, sevilmemiştim. İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini hepsini yitirmiş; gittiğim motorla gene geri dönmüştüm.”
Sait Faik, modern hayatın kurguladığı şehirler ve bu şehirlerin, insanlara sunduğu modern yaşamın iç yüzünü anlattığı bu cümlelerinde, şehirde karşılaşabileceğimiz insanların profilini karanlık bir tablo olarak sunar bize ve üstelik bunu yaparken, yazar ve kahraman o kadar aynı kişiye dönüşür ki okur olarak, klasik gerçeklikten koptuğumuzu, hayalle gerçek arasındaki çizginin silikleşip kaybolduğunu, en net biçimde bu bölümde hissederiz.
Adaya gelişinin ardından yazarın, kendi üstüne birikmiş şehrin kirinden arınmak adına, iyi insanların arasına karışıp insanlığını sağaltmak için yapacaklarını öğreniriz. “Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü cigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, safveti, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim.” Onlar gibi yaşama isteği ağır basarken diğer taraftan hiçbir zaman onlardan biri olamayacağının da farkındadır aslında. Sait Faik’i yaşamında yalnızlığa sürükleyen asıl sebeplerden biri, dahil olduğu sınıf ile ait olmak istediği sınıfın aynı olmayışıdır. Yaşamı boyunca bir işte çalışma zorunluluğu duymaz Sait Faik.
Maddi açıdan böyle bir zorunluluk içinde kalmaz, iyi bir eğitim almış, yurt dışına çıkmıştır. Hikâyelerine konu olan insanların ve olayların içinde değil de bu olayların sadece bir seyircisi olması (olabilmesi) belki de bu yüzdendir. Yine bu hikâyede yer alan “ Biliyordum ki insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki onlar gibi değildir. Balığa çıkacak olsam ‘ koca evi barkı var. Ne bok yemeğe balığa çıkar? Deli midir, nedir? Pay da almaz’ diyeceklerdi.” ifadesiyle iyiliklerine ve saflıklarına hayranlık duyduğu insanların dünyasından dışlandığını ve “onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak” birlikte olabileceğini söyler.
Adaya gelişinin ardından hissettiği iç huzuruyla yaşayan yazar, bir sabah kayığın hülyalarındaki gibi balıktan dönüşüyle başlayan, hikâyenin küçük ve tek olayını anlatır bize. Balıktan dönen sekiz kişinin kayığı temizleyişleri ve sekiz kişiden birinin dışardan gelen biri olması sebebiyle emeğine karşılık olarak verilmesi gereken balığın verilmeyişidir anlatılan. Bu olay Sait Faik’in güçlü üslubu ve şiirsel diliyle öylesine çarpıcı anlatılmıştır ki ada hayaliyle okurun yüzüne yerleşen sıcak tebessüm, adeta dudaklarının kenarında büyük bir kedere dönüşür. “Ne kadar dostça ne kadar içten bir sevgiyle” çalışsa da sadece dışardan geldiği için sadece yabancı olduğu için ya da belki insanların, her an dışarıya çıkmaya hazır bekleyen kötülük bencillik mayaları sebebiyle, emeğinin karşılığını alamayan kişinin yüzündeki “gülümsemenin, birdenbire bir meyve gibi çürüyüvermesi”26 gibi, okurun yüzündeki tebessüm de çürüyüverir. Tabii çürüyen sadece yüzdeki tebessümler değildir artık. Çürüyen belki de yeryüzünde iyiliğin, saflığın tek sığınağı olarak kaldığına inanılan adaya ve adadaki iyi insanlara duyulan inançtır.
Yazı yazma hırsından arınma gayreti ve bütün güzel hayallere kavuşma beklentisi ile adaya gelen Sait Faik “ söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım.” Yıllarca hayali kurulmuş ada ve bu adanın namuslu, güzel ve iyi insanları bile iyi olmayı çoktan terk etmiştir. Kalemin kendisi için kutsallığını “…sonra tuttum kalemi öptüm.” cümlesi ile anlatır Sait Faik, son cümlesi hayal kırıklığını ve inancının yok oluşunu duyurur okura: “Yazmasam deli olacaktım.” Artık yeryüzünde kaçacak nokta kalmamıştır. Yazar için tek kaçış noktası kağıdı ve kalemidir.
Teknik açıdan modernleşme unsurlarını değerlendirdiğimizde geleneksel hikâyedeki gibi bir olay, konu olmadığını ve anlatılanın, serim düğüm çözüm bölümlerine ve merak öğesine bağlı kalınmadan anlatıldığını söyleyebiliriz. Yazar, bir hikâye değil de bir anı anlatmaktadır sanki. Kimliğini saklama endişesi, yüzde yüz objektif bir gözlemci olma kaygısı taşımaz. Aksine yazar, hikâyenin kahramanına dönüşmüştür ve samimi bir üslupla, herhangi bir tezi savunmadan ders vermeden, insani bir kesit sunar. Bütün bu özellikler ise hikâye türünün modernleşme yolunda Sait Faik’le birlikte kat edilen önemli mesafeyi ortaya koymaktadır.
2-) “Beyaz Mantolu Adam” ve Topluma Yabancılaşma; Korkuyu Beklerken adlı kitabın ilk hikâyesidir Beyaz Mantolu Adam. “Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu.” cümleleri ile başlar hikâye ve daha ilk cümlelerle okur, Atay’ın hikâye ve romanlarında karşılaştığı modern hayata ‘tutunamayan’ hikâye kahramanı ile karşılaşır. Kalabalık bir topluluk içindedir ve bu kalabalık içindeki yalnızlık, modern insanın en büyük açmazlarından biridir. Çünkü modern toplumdaki kalabalık, bir yığına dönüşmüştür; niteliksizdir, düzensizdir adeta içinde düşeni öğütmek için vardır.
Hikâyenin kahramanı, öykü boyunca konuşmayacaktır. Caminin önünde dilendiği sahnede, bir kenarda beklemektedir. “Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için, dilenirken de başarısızdı.” Dilenmenin bile hüner gerektirdiği bu dünyada - ki bu dünyada var olabilmek için tıpkı sirk hayvanları gibi, herkesin bir hünere sahip olması şarttır - hikâye kahramanı, acınacak bir görüntüye de sahip değildir üstelik. Dış görüntüsü ile oldukça sıradan, toplum tarafından kabul görmeye uygundur. Fakat istenilen gibi düşünemediği için, kendisine acımaz ve dilenmeyi dahi beceremez. Çevresinde kendisinden yetenekli dilenciler vardır. Fakat onun “sermayesi ve görünür bir sakatlığı” olmadığı için bu işte muzaffer olması pek mümkün değildir. Hikâyenin genelinde toplumsal değerlerin, modern toplumun yapısının ironik bir tavırla gözler önüne serilişi, aynı zamanda Atay’ın modernist tavrının belirleyici niteliklerinden biri olarak karşımıza çıkar. “… makbuz mukabili iyilik işleri ile uğraşanların” dünyasıdır anlatılan dünya, iyilikler bile kalple değil akılla tartılır olmuştur artık, hesabı kitabı yapılabilir iyiliklere yer vardır yaşamda.
Duvara yaslanıp avucunun içine sıkıştırılan bir miktar parayı saydığı esnada “Sağlam adamsın utanmıyor musun dilenmeye?” diye hakaretine maruz kaldığı adamın bavulunu taşır iki buçuk lira karşılığı, vapura kadar taşıması mümkün olsa, belki bir miktar daha para alabilecektir; fakat “ hamallar örgütünün duvarını” aşamadığı için yerinde kalır. Taşıdığı yükün ve sıcağın sebep olduğu sersemliği sebebiyle, sarhoş olmakla suçlanır hatta onu sağlam sayanlarla sakat sananlar arasında gider gelir. Modern toplum, farklı olana tahammül edemez. Benzer olmak, benzeşmek, aykırı olanı farklı olanı yok sayarak merkezde olanı güçlü kılmak üzere kurgulanmıştır çünkü modern toplum.
Cami avlusuna geri döndüğü esnada, yolda iki hamalın taşıdığı aynadaki yansımada görürüz hikâye kahramanını ilk kez: “Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi.” Bu görüntüden öğreniriz ki hikâye kahramanı, görüntüsü sebebi ile de toplumdan dışlanmak için yeterli nedene sahiptir; çünkü modern toplum başaranların ve bu başarıyla para kazanların toplumudur. Her bireyin bir başarı öyküsüne var olmak için ihtiyacı vardır mutlaka. Modern toplum, bireyi, sistemin bir parçasına dönüştürmek için ona şöyle der: Bak sen de başarabilirsin, vazgeçme, sadece sana gösterilen yolda yürü.
Daha sonra, tezgahlar, sırık ve tentelerle donanmış, dar ve kalabalık bir sokakta rüzgarda sallanan beyaz mantoyu görür hikâye kahramanı ve beyaz mantoyla birlikte, her adımda şiddetlenecek toplumdan uzaklaşma ve toplumun farklı olana yönelttiği maddi ve manevi şiddet, gözler önüne serilir. Satıcının kendi oyunun bir oyuncağı gibi gördüğü hikâye kahramanına, beyaz mantoyu güç bir pazarlığın ardından giydirişini okuruz ve bundan sonraki kısımda Beyaz Mantolu Adam olarak, birçok aykırılığı bünyesinde toplar hikâye kahramanı. Sıcak bir günde manto giymiştir, üstelik beyaz kadın mantosudur, yırtık pantolonu ve ayağına çorapsız geçirdiği lastikleri ile satıcının uyardığı gibi “gülünç” olmuştur. Çünkü modern toplumlarda birey kendine benzemeyenden ya korkmakta ya da kendine benzemeyeni gülünç bulmaktadır. Bu iki durum da toplumun, farklı olanı reddetmesi için yeterli nedenlerdir.
Köprü üstünde bekleyen satıcılara takılır Beyaz Mantolu Adam, sonrasında gömlek satan bir tezgahın başında beklerken, kısa bir sürede bütün gömleklerin satılmış olduğunu fark eden dükkan sahibinin onu kolundan tutup içeri çekmesiyle, dükkan vitrininde bir mankene dönüştürülür. Evet, Beyaz Mantolu Adam toplum için bir nesneye dönüşmüştür artık. Konuşmadığı için, farklı olduğu için, farklı giyindiği ve belki de farklı düşündüğü için toplum nazarında insani özellikleri unutulmuştur tamamen. “Böyle put gibi durmasın” der tezgahtar. “Güzel bir poz verelim ona.” Tıpkı modern toplumun, bireye istediği pozu, doğruyu, göstermesi gereken tavrı, düşünceyi vermesi gibidir yaşanılan. Modern toplumda birey, otoritenin istediği pozu vererek yaşamanı sürdürür, normal olmayı başarır, aksi takdirde başarısız olarak addedilir ve başarısızlığa mahkum olur. Normalin dışında kalmak bireyi yalnız ve mutsuz eder.
Halk Plajı yazılı kapıdan içeri girinceye kadarki yolculuğunda, kendisine toplum tarafında yöneltilen cümleler onun dışlanmışlığının, yalnızlığının ifadesi gibidir. “Bedava yaşıyorlar bu ülkede” yaşamayı dahi hak etmeyen biridir. “Paramızın değeri de bu yüzden düşüyor.” derken parayı insandan daha değerli gören, modernizmle birlikte yükselen kapitalizmin sesini duyarız. “Hepsi de esrarkeş bunların. Ezersin başına bela.” derken insan muamelesi yapmanın gereksiz oluşunu söyler toplum. “Ayakları sargı içinde. Cüzamlı olmasın” dendiğinde daha da toplum dışına itilmesi gerektiğini duyarız, farklı olanın.
Halk plajına, üstünde mantosu, bacaklarına sarılı bez parçalarından sallanan ipler ve mantonun üstüne pantolonun belini tutturmak için takılmış kemerle gelen Beyaz Mantolu Adam, “Bu kılıkta bulunamazsınız burada” denilerek uyarılır. Üstündeki mantosundan ötürü sapık muamelesi görür. Yaşadığı hengamenin ardından denize doğru yürümeye başlar. İkaz edilmesine rağmen ilerlemeye devam eder. Üstündeki mantonun suyu emerek ağırlaşması neticesinde, kıyıda onu izleyenlerin gözleri önünde ölüme yürür. Onu izleyenler kurtarmak adına girişimde bulunurlar. Fakat artık çok geçtir.
Hikâyenin kahramanı isimsizdir. Okur; onu, beyaz mantosu ile tanır ve bu beyaz manto, toplumdan farklı oluşunu simgeler kahramanın. Toplum ve birey çatışması bu noktada ortaya çıkar. Toplumun genel geçer doğruları dışında kalan bireyin yalnızlaşması, toplumun onu reddetmesiyle birlikte kendi içine sığınması ve özgürlüğü içinde aramasının gözler ününe serilişidir adeta anlatılan. Hikâye kahramanın toplumla uyum sağlayamayışı hikâyenin bir yüzü iken toplumun kendine aykırı bulduğu, farklı bulduğu bireye tavrı, diğer yüzünü oluşturur hikâyenin. Bu hikâyede, toplum da Beyaz Mantolu Adam da uzlaşma yanlısı değildir, birbirlerinden tamamen uzaklaşmışlardır ve hikâyedeki trajik son, modern dünyadaki insanın buhranlarının ve açmazlarının felaketinin varacağı son gibidir.
Teknik açıdan ve üslup açısından değerlendirildiğinde “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesi konu ve anlatım açısından bambaşka bir noktada durur. Hikâye kişileri kaybolmuştur. Öyle ki konuşmayan ve kahraman olmak bir yana toplum nazarında değersiz, deli, zavallı, hasta olarak görülen, isimsiz kişi vardır sadece. Geleneksel hikâyenin önemli bir unsuru olan serim, düğüm ve çözüm bölümleri kaybolmuştur. Okuru sürükleyen bir merak öğesi çıkmaz karşımıza. Bir değişim, olgunlaşma süreci değildir anlatılan. Hayata ilişkin küçük bir kesit, büyük laflar etmeden, iddiasız, anlatılmıştır. Teknik açıdan belki de gelenekselin en az kırıldığı unsur, bakış açısıdır bu hikâyede. İlahi bakış açısı ile anlatılan hikâyede kahramanın sessizliği, modern yaşamın gürültüsüne, çok fazla konuşulup insana ait hiçbir şey söylemiyor oluşuna bir tepki, kulakları değil ama yüreği sağır edebilecek bir çığlık gibidir.
Sonuç; Oğuz Atay’a ait “Beyaz Mantolu Adam” ve Sait Faik’e ait “Haritada Bir Nokta” adlı hikâyeler, hikâyenin modernleşme sürecinde işgal ettikleri yer ve modern hikâyeye ait nitelikleri açısından incelenmiştir. Her iki hikâyenin de geleneksel hikâye anlayışından uzaklaştığı noktalar teknik açıdan ve içerik açısından değerlendirilmiş ve şu sonuçlara ulaşılmıştır. Her iki hikâyede, geleneksel hikâyenin vazgeçilmez öğelerinden biri olan bölümler (serim/düğüm/çözüm) bulunmamaktadır. Hikâyeyi sürükleyen olay ya da olaylar dizini ve merak olgusu çerçevesinde kurgulanmayan metinlerde, hikâye kahramanları da ön planda yer almamıştır. Önemli olan sunulan kesit, aktarılan durumdur. Kimin yaşadığı, kahramanın kim olduğu önemsizdir, bu sebeple her iki metinde de hikâyede geçen kişiler isimsizdir. Çünkü bu metinler, özgü ve özel olanı anlatmamakta, tam tersine genel olanı anlatma kaygısı taşımaktadır.
Özellikle Sait Faik’in hikâyesinde, yazar-anlatıcı, hikâyenin kişisine dönüşmüştür. Metnin giriş bölümünde, anlatım tekniği olarak iç-konuşma yöntemine başvurulmuştur. Geleneksel hikâyede, objektif bir gözlemci olma kaygısı varken ve yazar kendini saklama gayreti taşırken, modern metinlerde yazar ve okur arasındaki mesafe giderek kısalmış ve yazar oldukça samimi bir üslupla, çoğu zaman kendi hislerini de ortaya koyarak oluşturur metnini. “Haritada Bir Nokta” hikâye ile anı türü arasında kalmış bir biçimde, yazarın samimiyetle duygularını paylaştığı bir üslupla kaleme alınmıştır.
Beyaz Mantolu Adam adlı metinde ise gelenekselin en az değişime uğradığı başlık, bakış açısıdır. İlahi bakış açısı ile yazılmıştır. Anlatımda kısa ve çok net cümlelere başvurulmuş, bu sayede, geleneksel hikâyede merak unsuruyla hikâyeye bağlı kılınan okurun, kısa ve net cümlelerle akışın içinde kalması sağlanmıştır. Geleneksel hikâyede, hikâyenin bütün ağırlığını üstünde taşıyan ve okurun kendisiyle özdeşim kurduğu ve taraftarı olduğu kahraman, her iki hikâyede de kaybolmuş, aksine modern dünyanın arzu ettiği bireyin özeliklerinden çok uzak ve bir şekilde başarısız olmuş kişiler, merkez noktada durur. Bu da yine geleneksel hikâyenin özelliklerinin kırıldığı noktalardan birini oluşturur.
İçerikte ise her iki metinde de modernleşme ile birlikte değişen dünyanın, insani olandan ne ölçüde uzaklaştığı ve modern toplumda yalnızlaşan bireyin iç dünyası anlatılmıştır. Sait Faik’te, hala iyimserliğini ve umudunu koruyan bir dünya çıkarken karşımıza, Oğuz Atay’da, modern yaşam karşısında yenilgisini çoktan kabul etmiş birey, büyük bir mutsuzlukla yok oluşa doğru sürüklenmektedir. Modernleşme ile birlikte makinelerin galibiyeti karşısında çaresizce makineleşmesi beklenen insanın çığlıklarını duyduğumuz bu iki hikâye, dozları farklı da olsa modernizmin birey üzerindeki şiddetini duyurur okura.
Türk edebiyatında hikâye türünün gelenekselden uzaklaşıp moderne doğru ilerleyen yolculuğunda ve modern hayatın, içerikte işgal ettiği yer hususunda, her iki isim, yaklaşık 20 yıllık bir zaman dilimi aralığı ile hikâye türünün önemli evrilme noktalarında durur. 1940’lı yıllarda modern hayatın getirdikleri ile değişen yaşam koşullarını “Haritada Bir Nokta” adlı metinde, 1960’lardaki modern yaşam içindeki bireyi ise “Beyaz Mantolu Adam” adlı metinde değerlendirdiğimizde, aradan geçen yirmi yıllık zaman diliminin yıkıcı etkisini görmek mümkündür. “Haritada Bir Nokta’da her şeye rağmen hayal kurmaya devam eden, modern hayatın ağlarına hapsolmamış bir kara parçasının varlığına dair iyimserlik ve inanç mevcut iken “Beyaz Mantolu Adam’da insana, insanlığa, topluma ve sisteme ilişkin en ufak bir ümit kalmamıştır. Beyaz mantolu Adam’ın sessizliği ve eylemsizliği, bu konudaki ümitsizlikten doğan çaresizliğe isyandır.
KAYNAKÇA ÇIĞRI YILDIRIM, Asiye. Hikayenin Modernleşme Yolculuğunda İki İsim: Sait Faik ABASIYANIK ve Oğuz ATAY. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 12, Haziran 2015, s. 382-394