Sıra | DOSYA ADI | Format | Bağlantı |
---|---|---|---|
01. | Edebi̇yat Ve Toplum - “toplumsal Gerçekli̇k Ve Postmodern Roman’’ | pptx | Sunumu İndir |
Transkript
EDEBİYAT VE TOPLUM “TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE POSTMODERN ROMAN’’ Hazırlayan: Erdem DEMİR No: 170553056 Bölümü: Türkçe Eğitimi Bölümü/ 3. Sınıf
İçindekiler; ● Giriş ● Romanın Doğuşundan Postmodern Romana Toplumsal Gerçeklik Anlayışı ● Postmodern Roman ve Yeni Gerçeklik Anlayışı ● Sonuç
“TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE POSTMODERN ROMAN’’ Öz: Postmodern roman, biçimsel deneyselliğin ön plana çıktığı bir roman türüdür. Bu nedenledir ki, edebiyat ve toplum arasındaki ilişkiyi eserin içeriği ile kuran edebiyat sosyolojisi çalışmaları, postmodern romanı sosyolojik olarak değerlendirebilmek üzere yetersiz kalmışlardır. Postmodern metinlerin analizinde, edebiyat sosyolojisi Dr. Çalışmalarının yerini edebiyat tarihi, karşılaştırmalı edebiyat ve kültürel incelemeler gibi alanlar almıştır. Dolayısıyla bu metinlerin toplumsal olanla bağı eksiktir. Bu çalışmada postmodern romanın biçimsel özelliklerini sosyolojik olarak anlaşılır kılmak hedeflenmiştir. Bu maksatla biçimin nasıl bir toplumsal gerçekliği temsil ettiği gösterilmek istenmiş; roman ve toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki tarihsel olarak betimlenmiş ve sonuç olarak, yüzyıllar içinde toplumsal gerçeklik anlayışı değiştikçe romanın kurgusal öğelerinin farklı biçimsel görünümlere büründüğü gözlenmiştir.
18. yüzyıl romanı kolektif geleneksel bir anlayışın yerine bireyselgerçekçiliği, 19. yüzyıl romanı, edebi eser ve dışsal gerçeklik arasındabirebir bir ilişki olmasını arzulayan gerçekçi bir gerçekçiliği benimsemiş;20. yüzyıl modernist romanı ise parçalanan gerçeklik anlayışı sonucubireyin içsel dünyasını temsil etmiştir. Denilebilir ki farklı gerçeklik anlayışları ve bu anlayışların farklı temsilleri söz konusudur Postmodernroman da toplumdaki yeni gerçekliğin bir ürünü, edebiyat alanındaki yansımasıdır. Makro teorilerin yerini mikro teorilerin aldığı, hakikatanlayışının parçalandığı, rasyonel öznenin yadsındığı, tekil düşüncelerinyerini çoğulluğa bıraktığı yeni bir gerçeklik anlayışıdır bu. Tanrının yada insanın merkeze alındığı kendinden önceki düşünme biçimlerindenfarklı olarak öznenin dil olarak belirdiği bir gerçeklik anlayışıdır.
Giriş Toplumsal gerçeklik ve edebiyat birlikte anıldığında konunun, edebiyata damgasını vurmuş olan 19. yüzyıl gerçekçiliği olduğu varsayılabilir. Toplumsal gerçeklik kavramının, edebiyat mevzu bahis olduğunda toplumcu gerçekçilik akımını hatırlatıyor olması şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak elinizdeki çalışmaya konu olan toplumsal gerçeklik, kapıları açık, sınırları geniş ve değişebilir olduğu kabul edilen bir gerçeklik anlayışını ifade edecektir. Bu makalede, gerçekliğin değişebilir olduğunu söylemek, edebiyatı toplumsal bir değişim içinde değerlendirebilmek ve sosyolojik bir anlam çıkarabilmek üzere gerekli ve önemlidir. Sosyal bilimlerin araştırma konusu olan toplumsal gerçeklik, farklı toplum ve kültürlere göre farklılaşır. Başka bir deyişle toplumsal gerçeklik denilen olgu, ancak belli bir tarihsel- toplumsal bağlamda anlaşılabilir. O halde tek bir gerçeklikten bahsedilemeyeceği, farklı toplumsal koşulların farklı gerçeklikler üreteceği söylenebilir.
Nitekim Gerçekliğin Sosyal İnşası adlı kitabında Berger ve Luckmann benzer şeyi ifade etmekte; gündelik hayat olgusundan yola çıkarak, gerçekliğin çoklu bir karaktere sahip olduğunu vurgulamaktadırlar: “Gündelik hayat, insanlar tarafından yorumlanan ve tutarlı bir dünya olması anlamında onlara sübjektif olarak anlamlı gelen bir gerçeklik” tir. Edebiyatın yansıttığı da bir anlamda gündelik hayattır. Yani edebiyat, değişebilir ve yorumlanabilir olanı temsil eder. Toplumda nasıl bir gerçeklik algısı üretildiyse, edebiyatın yansıttığı da bu algı olacaktır. 19. yüzyıl gerçekçiliğinin yaptığı gibi edebiyata bir sorumluluk yüklemek ise, toplumun bir ifadesi olan edebiyatın, değişebilir olan gündelik hayatla ilişkisini kesmek demektir. Nitekim 19. yüzyıl gerçekçiliği, edebiyatın gelişimini değilse de edebiyatın toplumla olan ilişkisini -edebiyat sosyolojisi çalışmalarının gelişimini- sekteye uğratmıştır. Edebiyat, modern ve postmodern toplumların bir ifadesi olmaya devam ederken, edebiyat sosyolojisi çalışmaları bu toplumsal değişime ve bu değişimin edebiyat üzerindeki etkilerine çoğunlukla sessiz kalmıştır. Edebiyat sosyolojisi çalışmalarının bu tavrının arka planında postmodernizm olduğu söylenebilir. Postmodernizmle birlikte edebiyatın toplumsal gerçeklikle bağının koptuğu varsayılır. Postmodern söylem, bütüncül bir gerçekliğin olamayacağını, gerçekliğin parçalandığını, başka bir deyişle çoğul bir gerçeklik anlayışının topluma egemen olduğunu söyler.
Dolayısıyla edebiyat sosyolojisinin bir disiplin olarak edebi yapıtlardan tek bir anlama ulaşması mümkün değildir. Postmodern edebiyatın sunacağı bütüncül bir gerçeklik yoktur. Anlam orada tek başına bulunmamaktadır. Ancak bu düşünceden hareketle postmodern toplumlarda anlamın kaybolduğunu söylemek yanlış olacaktır. Gerçeklik ve toplumsal anlam, postmodernizmin imgelediklerinde bulunabilir. Bu konu bağlamında Yıldız Ecevit’in sanat ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi ifade ettiği sözleri dikkat çekicidir: Sanatın gelişme çizgisini yönlendiren etmenlerin başında, onun gerçeklikle kurduğu ilişki gelir. Her sanat eğilimi kendi gerçeğini anlatır, bu nedenle de gerçekçidir. Ve gerçeklik de çoğu kez, içinde yaşanılan dönemin kozmolojik görüşünün gerçeğe bakış açısına bağlı olarak biçime dökülür (...) Sanat yapıtı, içinde bulunduğu koşulların bir ürünüdür. Sanatçı bin yıllardır, içinde yaşadığı tarihsel kesitin, yaşama/doğaya/evrene/insana ilişkin sorulara verdiği doğabilimsel ve düşünsel yanıtlara koşut olarak oluşan estetik değer ölçütleri çerçevesinde biçimlendirir yapıtını. Dönemin egemen gerçeklik anlayışı, sanat ürününün gerek biçim gerekse konu/motif düzlemlerinin oluşmasındaki ana belirleyicisidir.
Postmodern edebiyat, edebi sistem içindeki değişimin bir sonucudur ve tarihsel bir anı temsil etmektedir. Niall Lucy Postmodern Edebiyat Kuramı adlı kitabında edebiyat kuramlarının ya da düşüncelerinin Thomas Kuhn’un fikirlerini izleyerek “paradigmalar” olarak düşünülebileceğinin altını çizmektedir: “Öyle ki her ne sebepten olursa olsun herhangi bir zamanda bir paradigma diğerine yol açabilir” (Lucy, 2003, s. 133). Bu bağlamda Lucy’e göre edebi değişiklik iki şekilde gerçekleşebilmektedir. “Edebi değişiklik ya sosyo-tarihsel değişimin bir sonucudur ya da edebiyat sisteminin (ya da dil-oyununun) içindeki bir değişimin etkisidir” (Lucy, 2003, ss. 133-134). Nitekim Lyotard, edebi değişimin edebi sistem içindeki bir değişimin etkisi olduğunu düşünmektedir. Bununla birlikte, edebi sistem içindeki değişimin de zamansal ve olumsal olduğunu; başka bir deyişle edebiyat içindeki dil oyunlarının tarihsel olduğunu vurgulamaktadır. Dolayısıyla Lyotard’ın edebi değişiklik izahı, Lucy’nin ifade ettiği iki şekle de uymaktadır. Başka bir söyleyişle Lyotard, postmodern edebiyatın belirli bir tarihsel ana (şimdiki zamana) ait olduğunu kabul etmektedir (Lucy, 2003, ss. 133-134).
1. Romanın Doğuşundan Postmodern Romana Toplumsal Gerçeklik Anlayışı Bir edebi tür olarak roman nedir? Romanın genel karakteristikleri nelerdir? Romanın amaç ve işlevleri nelerdir? vb. genel tanımlamaları içeren sorular tek ve kesin bir cevapla yanıtlanamayacaktır. Olsa olsa romanla ilgili olarak, roman türünün ortaya çıkışını hazırlayan sebeplerin ve tarihsel olarak gelişiminin betimlemeleri yapılabilir. Nitekim Bahtin’e göre roman, tamamlanmamış bir türdür ve değişen tarihi ve toplumsal durumlardan etkilenmeye devam etmektedir. Bu sebeple yaşayan tek tür olarak romanın incelenmesi bir takı güçlüklere haizdir (Bahtin, 2001, ss. 164-165). Buradan yola çıkarak denilebilir ki, bir tür olarak ortaya çıktığı tarihten günümüze değin roman, farklı gerçeklik anlayışlarının sahiplendiği ve her biri tarafından, kendi düşünsel çerçeveleri içinde değerlendirildiği bir tür olagelmiştir. Romanın edebi bir tür olarak ortaya çıkışı da temsil ettiği gerçeklikler gibi toplumsal bir durumun sonucudur. Ortaçağ düzeninin sarsıldığı ve burjuvazinin bir sınıf olarak yükseldiği Avrupa’nın siyasi ve toplumsal tarihiyle yakında ilgilidir.
Roman, tarihsel ve toplumsal gelişmeleri hem içeriksel ve hem de biçimsel özelliklerinde temsil eder. Nitekim romanın ortaya çıktığı ilk dönemlerde, romanın ne olduğu ve nasıl özelliklere sahip olduğu kendinden önceki edebiyat türlerinden farklılaşmasıyla tanımlanır. Örneğin romansın başkişisi, eserin başında da sonunda da bir kahramandır. O sadece romans içinde kahramanlığını ispatlamaya girişir. Romanda ise, başkişi bir kahraman değildir. O hayal dünyasından, toplumsal gerçekliğin içine düşen bir kişidir. Ancak önemli olan, roman karakterinin bu süreç içinde bir gelişme –olgunlaşma- süreci yaşamış olmasıdır (Shroder, 2004, s. 23). Dahası roman, kendinden önceki edebiyatın mitik, efsanevi ve destansı unsurlarından sıyrılmış ve konularını insanların tecrübe ettiği gerçek olaylardan edinmeye başlamıştır. Dolayısıyla roman kahramanları, evrensel boyutlarını kaybederek, toplumsal bir tip olmaya doğru evrilmiştir. Tümel gerçekliklerin yerini tikel gerçeklikler, hakikat arayışının yerini ise bireyin olgunlaşma süreci almıştır. Romanın doğuşundan bu yana, romanın hem içeriği ve hem de bilhassa biçimsel özellikleri değişmiştir.
Öyle ki bu biçimsel özelliklerin, değişen tarihsel durumu ve toplumsal gerçeklik anlayışını temsil ettiği söylenebilir. Romandaki değişen biçimsel özelliklerin, siyasi, sosyo-ekonomik, bilimsel vb. değişimlerin ve felsefi, sosyolojik vb. farklı disiplinlerdeki düşünsel gelişmelerin bir yansıması olduğu da söylenebilir. Toplumlar değiştikçe, romandaki zaman, mekân, karakter, anlatıcı gibi biçimi temsil eden temel öğeler, farklı gerçeklikleri betimler hale gelmiştir. O halde denilebilir ki, toplumsal gerçeklik anlayışı ve romanın biçimsel özellikleri arasında önemli bir bağ mevcuttur ve bu bağı tarihsel ve toplumsal olarak takip etmek mümkündür. 18. yüzyıl, romanın yükselişe geçtiği bir dönemdir. Bu dönem İngiliz Edebiyatının önemli yazarları arasında Daniel Defoe, Henry Fielding ve Samuel Richardson gibi isimler bulunmaktadır. Bu yazarlarla birlikte romanstan önemli bir kopuş yaşanmıştır. Bu dönemde hala geleneksel olay örgüleri kullanılmaya devam ederken bu üç önemli yazar, geleneksel olmayan olay örgüsü kullanımını ve bireysel yaşantının üstünlüğünü varsayan otobiyografik bir yazım tarzını benimsemişlerdir. Bu romanlarda geleneksel olandan kopuş, yazarların karakterleri için tercih ettikleri adlandırmalarda da görülür. Önceki kurmaca yazı örneklerinde gerçekdışı adlar kullanılırken, Defoe, Fielding ve Richardson karakterlerine, onları yaşayan tikel bireyler olarak gösterecek modern adlar kullanmayı tercih etmişlerdir. Bir diğer kopuş, zaman boyutuyla ilgilidir.
Geleneksel kurmaca yazınında ahlaki hakikate duyulan bağlılık nedeniyle zaman boyutu göz ardı edilmiş ve örneğin bir günlük zaman dilimi içinde hakikatin sergilenebileceği düşünülmüştür. Romanda ise zaman kavramı, nedensellik ilkesiyle birlikte yer alır. Geçmiş yaşantı bugünün bir nedeni olarak ele alınır ve zaman boyutu, günlük hayatın zaman anlayışıyla örtüşür bir hale gelir. Bu bağlamda roman tarihçilerine göre 18. yüzyıl yazarlarını önceki kurmaca yazarlardan ayıran temel özellik gerçekçiliktir. Bu dönemde yazarlar insan yaşantısının tüm çeşitliliklerini yansıtmaya çalışmışlardır. Dolayısıyla gerçekçilik, bireyin gerçekliğinin duyular aracılığıyla algılanmasını ifade eder. Gerçekçi tikellik olarak da ifade edilen bu bakış açısı, Descartes’ın bireyin bilincindeki düşünce süreçlerinin muazzam öneme sahip olduğu düşüncesinden yola çıkan bir karakteri tikelleştirme yaklaşımıdır. Geleneksel yaklaşımdan farklı olarak, olay örgüsünün karakterleri belirlemesinden ziyade, tikel koşullar altında tikel insanların canlandırıldığı bir yaklaşımdır bu. Sonuç olarak, romanın ilk örneklerinin verildiği 18. yüzyıl romanları için denilebilir ki, romanda yansıyan gerçeklik, kolektif geleneğin yerine bireysel yaşantının konduğu bir gerçeklik anlayışıdır.
Watt, Balzac ve Stendhal gibi yazarların 18. yüzyıl romancılarından daha önemli bir yere sahip olmalarını böyle bir tanıklığa bağlar. Ona göre, Fransız Devrimi’nin orta sınıfın iktidara geldikten sonra gerçekleşmesi ve edebi planda İngiliz öncellerinin varlığı, Fransız romancılarını daha önemli isimler haline getirmiştir (Watt, 2007, s. 345). Balzac, Stendhal, Zola ve Flaubert bu dönemin en önemli Fransız yazarlarıdır. Toplum ve insan gerçeklerini aldatmacasız bir şekilde yansıtmayı amaç edinen bu yazarlar, pozitivizmden etkilenmiş ve günlük yaşamın acı gerçeklerinden kaçarak kendi benliklerine sığınan Romantiklere bir tepki olarak gerçekçiliği savunmuşlardır. Eserlerinde olması gerekenden ziyade olanı anlatmayı kendilerine bir ilke olarak benimserler. Romanlarında çağdaş toplumun güncel gerçekliklerini ve toplumsal sorunları birer eleştirmen gibi ele alırlar. İdealleştirmeden kaçınarak gerçeklikler, tüm çirkinlikleri ve ayıplarıyla birlikte sunulur. Nitekim Balzac, Romantizm akımının egemen olduğu bir dönemde gerçekçiliğin öncülüğünü yapmış ve yapıtlarında bireysel ve toplumsal yaşantıyı, tarihsel ve toplumsal gerçeği bir bütün içinde çizerek gerçekliği yansıtmıştır. Stendhal de Romantizm döneminde yaşamış bir gerçekçidir. Romanlarında, karakterlerinin canlılığı, onların toplumsal çevrenin bir ürünü olmasına bağlıdır. Karakterlerini konuşturmak ve onları yaşayan bir varlık gibi gösterebilmek Stendhal’de önemli bir yere sahiptir.
Zola ise gerçekçiliğin bir yönelimi olan naturalizm (doğalcılık) denilen ayrı bir akımla anılır. Edebiyatı bilimsel bir mahiyette ele alan Zola, deneysel bilimlerdeki olguculuk yöntemini edebiyata aktarmıştır. Bir diğer deyişle nasıl ki bilimlerde aynı koşullar altında aynı nedenlerin aynı sonuçları doğurduğu varsayılır; Zola da bu neden-sonuç ilişkisinin edebiyata uygulanabilir olduğunu vurgular. Ona göre bir romancı, bir bilim adamı gibi davranarak karakterlerini yaratmalı ve bu doğrultuda insanın huy ve davranışlarını anlayabilmek için soyunu ve içinde yetiştiği çevreyi incelemesi gereklidir (Özdemir, 1999, ss. 331-339). Görüldüğü üzere 19. yüzyıl romancıları için temel düşünce gerçekliği yansıtmaktır. Bu nedenle 19. yüzyıl romanı literatürde yansıtmacı roman olarak da bilinir. Yansıtmacı roman, sanat eserinin bir ayna gibi olması gerektiğine inanarak dış gerçekliğin romana aktarılmasını konu edinir kendine. Başlıca özelliği, romanın dış gerçeklikle birebir uyumlu olması gerektiğidir. Romanda gerçeklik kurgusunu sağlayabilmenin bir yolu yaşamın gerçeklerine benzer olanı aktarabilmekken, diğer yolu ise anlatıcının/yazarın romandaki rolü ile ilgilidir. Romanda gerçeklik hissinin kuvvetli olabilmesi için, anlatıcı/ yazardan aynı bir tarihçi gibi objektif olması beklenir. Yansıtmacı yazar objektifliği sağlayabilmek üzere varlığıyla
Gerçekçiler romanda, yazarın tanrısal bir bakışının olduğu anlatım tarzlarını reddederler. Onlara göre, yazarın kişiliğinin romana yansıması, kurgu ve gerçek arasındaki farkı ortaya koyar ve romandaki gerçeklik izlenimini yok eder. Roman kişileriyle özdeşleşen bir anlatıcı, romanda anlatılanların gerçekliği açısından çok önemlidir (Çıkla, 2010, ss. 114- 115). Yansıtmacı roman yazarı, romanda boşluk bırakmadan, dış gerçekliğin bir temsili olan yeni bir gerçeklik yaratır. Okuyucusuna yeni, kurgusal bir dünya sunar. Ve kimi zaman da bu kurgusal dünya içerisinde okuyucusuna yol gösterme ve bir şeyler öğretme yoluna da gidebilir. Yansıtmacı romanda zaman, mekân, olay ve kahraman toplumsal yaşamın gerçeklikleriyle uyum içindedir. Zaman, dün-bugün-yarın çizgisinde düz bir akış içerisindedir. İleriye doğru akan bir zaman dilimi kullanılır. Bu bağlamda romanda geçen olay da bu zaman dilimi içerisinde belli bir neden sonuç ilişkisine göre ilerler. Olayın bir başlangıç noktası, gelişme süreci vardır ve bu süreç bir sonuca ulaşır. Karakter, ana belirleyicidir yansıtmacı romanda ve romanın diğer unsurları (zaman, mekân ve olay) bu karakterin başından geçen olaylar çerçevesinde şekillenir.
Genellikle bu tür romanlarda öne çıkan tek bir kahraman vardır ve belli bir zaman dilimi içerisinde bu kahramanın etrafında dönen olaylar anlatılır. Kahraman genellikle romanda bilinçlenme süreci içerisindedir ve olayın başlangıcından sonuna, olumsuzdan olumluya doğru bir geçiş söz konusudur. Dış gerçekliğin net bir şekilde ifade edilebilmesi açısından mekânın tasviri de önemlidir yansıtmacı romanda. Mekân, detaylı betimlemelerle ifade edilerek, dış gerçeklikle uyumlu bir gerçeklik yaratılmaya çalışılır. Yansıtmacı romanın, çağının felsefi, bilimsel, toplumsal gelişmeleriyle örtüşen nitelikte özelliklere sahip olduğu söylenebilir. Evrenselci, ilerlemeci, bilimci, pozitivist dünya anlayışı romanda da kendini ifade etmektedir. Yansıtmacı roman, bilinebilir/betimlenebilir bir dünya anlayışına sahiptir ve pozitivist mantığın ürünüdür. Özellikle bilimsel anlamda Newton fiziğinin edebiyat üzerinde önemli bir etkisi vardır. Yıldız Ecevit, yansıtmacı romanın özelliklerini çağın bilimsel anlayışıyla birlikte ele almaktadır. Ona göre yansıtmacı roman:
(…) içinde yaşanılan çağın dış gerçekle ilgili bilimsel verilerinin oluşturduğu bir gerçeklik anlayışıyla tümüyle örtüşmekteydi. Özellikle 19. yüzyıl ‘gerçekçi’ romanının ‘nerede’, ‘ne zaman’ ve ‘neden’ sorularına açık bir yanıt oluşturan biçim/içerik dokusu, Newton fiziğinin edebiyat estetiğindeki uzantısı görünümündeydi. Geleneksel roman yapısı pozitivist bir mantığın ürünüydü. Okura yabancı gelmeyen bir öyküleme türüydü bu. Uzam yerli yerindeydi; üç boyutlu ve sağlam. Bu boyutlar, çoğu kez ayrıntılı çevre betimlemeleriyle aktarılıyordu okura. En/boy/derinlik, henüz bilinçaltının dipsizliğinde ayrışıma uğramamıştı. Okurun çevresinde gördüğü nesnelerle örtüşen, anlaşılır, ‘nesnel’ bir gerçeklikti romanda yansıtılan. Zaman ise, Newton fiziğinin savladığı gibi çizgisel (…) (Ecevit, 1996, s. 12).
20. yüzyılda Batı’da modernleşme olarak ifade edilen sürecin etkileri ve sonuçları, edebiyat alanında modernist roman denilen bir türü gündeme getirir. Modernist roman, toplumda gerçekleşen felsefi, bilimsel, teknolojik, siyasi vb. gelişmelerin bir ürünü, toplumsal değişimin edebiyat alanındaki bir yansımasıdır ve modern sanat anlayışının önemli bir parçasını oluşturur. Modernist roman, modernitenin benimsediği akıl merkezli dünya anlayışının yarattığı sorunlar ve kaygılar sonucu ortaya çıkmıştır. Modern dünyanın yarattığı olumsuzluklara bir tepki niteliğindedir. İnsan aklıyla üretilen teknolojik ürünlerin olumsuz hâkimiyeti insanın dış dünyaya yabancılaşmasına ve iç dünyaya yönelmesine sebep olmuştur. Bu nedenle modernist roman için, bireyin iç dünyasının anlatılması önemli bir sorundur. Çünkü iç dünyanın/bilincin/bilinçaltının zaman kurgusu çizgisel değildir. Ecevit’e göre, “Modernist yazarı deneysel biçimciliğe iten ana nedenlerden biri; yazarın nasıl biçimlendireceğini/kurgulayacağını tam olarak kestiremediği soyut bir iç dünyanın/bilincin/bilinçaltının, kurgunun odağına gelip yerleşmesidir”
Modernist roman, modern sanat anlayışının parçalanmış gerçeklik anlayışını benimser. Bir diğer deyişle, gerçekliğin tek bir açıklaması olmadığı gibi, tek tek kişilerin bu gerçekliği kavraması da söz konusu değildir. Modernistlere göre bütüncül bir gerçeklik yoktur, gerçekliğin ancak bir parçası bilinebilir. İnsanın dünyaya yabancılaşması ve yalnızlaşması ise, bu parçalı gerçekliğin doğal bir sonucudur. Dolayısıyla modern edebiyat, bütüncül gerçekliğin olmadığı bir dünyada bütüncül bir gerçeklik de sunamaz. Modernist sanatçı, parçalanmış gerçekliği, romanda tekniği/kurguyu/biçimi ön plana çıkararak ortaya koymaya çalışır. Modernist romanın kurgusal özelliklerine bakıldığında, merkezde, modernist dünyanın olumsuz etkileri karşısında yenilmiş, pasifleşmiş ve iç dünyasına çekilmiş bir birey olduğu görülür. Modernist roman, bu bireyin yabancılaşmasını ve arayış sürecini kendine konu edinir. ‘Protagonist’ olarak da ifade edilen bireyin, iç dünyasına yönelmesi modern dünyaya duyduğu tepkinin pasif bir direnişidir. Bu tür romanlarda olay kurgusu, yansıtmacı romandan farklı olarak merkezi bir konum olmaktan çıkar ve sadece bir kurgu öğesi haline gelir.
Anlatıcı ise, tek ve güvenilir bir kişi değildir artık. Ben ve o anlatıcıları bir arada kullanılarak bir olayın, düşüncenin ya da duygunun farklı kişiler aracılığıyla farklı bakış açılarından birkaç kez odağa getirilmesi amaçlanır. Modernist romanda bir diğer kurgu öğesi olarak mekân, temel bir unsur değildir; ya yeri geldiğinde bahsedilir ya da mekâna simgesel bir anlam yüklenir. Modernist romanda zaman kurgusuna gelindiğinde ise, zaman algılayışının yansıtmacı romana göre anlamsızlaştığı görülür. Fakat zaman önemini kaybetmez; anlamsızlaşan, zamanın sağladığı neden-sonuç ilişkisidir. Başka bir deyişle, romanı biçimsel olarak estetize eden modernist zaman algısıdır. Zaman, artık düz bir çizgide ilerlememekte ve dün-bugün-yarın çizgisi ortadan kalkmaktadır. Bu zaman kırılmaları modernist romanın biçimsel tekniklerini belirlerler. İç konuşma, geriye dönüş ve bilinç akışı gibi bu teknikler, romana biçimsel özelliğini kazandırırlar. Sonuç olarak modernist romanın, modernizmin özellikle iki tartışmasını kendisine sorunsal kıldığı görülür. Birincisi, parçalanan gerçeklik anlayışı ve ikincisi bu parçalı gerçeklik karşısında yalnızlaşan, yabancılaşan, kimlik bunalımına girerek kendine güvenini yitiren bireyin durumudur. Parçalanan gerçeklik anlayışı, modernist romanın biçimini/kurgusunu; yabancılaşan bireyin durumu ise içerik/figüratif yönlerini belirlemiştir.
2. Postmodern Roman ve Yeni Gerçeklik Anlayışı Postmodern roman, edebiyatın toplumla olan ilişkisinde farklı bir toplumsal söylemin ve farklı bir gerçeklik anlayışının ürünüdür. 20. yüzyıl başlarında yaşanan hızlı değişimler (siyasi, toplumsal, kültürel, bilimsel, teknolojik, vs.) ve bu değişimlerin toplumda –özellikle Batı toplumunda- yarattığı etki ve sonuçları yeni bir gerçeklik algısı yaratmıştır. Siyasi anlamda tek- kültürcülük politikalarının yerini çok-kültürcülüğün, düşünsel anlamda evrenselci ve ilerlemeci bakış açısının yerini tarihsellik kuramlarının, fizik bilimlerde Newton fiziğinin yerini görecelik ve belirsizlik kuramlarının ve sosyal bilimlerde pozitivist düşünme biçiminin yerini merkezsiz bir düşünme biçiminin aldığı bir gerçeklik anlayışıdır. Postmodern sanat, bu yeni gerçeklik anlayışının sanattaki ifadesidir. Bu sanat anlayışı, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş döneminde şekillenmeye başlar. Bu dönemde karşıt kampların siyasi yönlendirmeleri, sanatçıların üzerinde bir baskı oluşturmuş ve sanatçının misyonuna gölge düşürmüştür. Örneğin Sovyetler Birliği’nde sanat parti denetimine girmiş; Amerika’da ve Batı dünyasında ise, sanatçıların Batı kapitalizm ve düzeninden yana bir tavır almaları beklenmiştir.
Dolayısıyla 1960’larda doğan pop-art’ın dönemin siyasi baskılarının bir sonucu olduğu da söylenebilir. Pop-art, modernizme yönelik tepkisel bir sanat anlayışıdır ve özellikle modernist sanatın seçkinci karakterine yönelik bir tepki söz konusudur. Modernist sanatın seçkinciliğine ve yaratıcılığın özgün olması gerektiği görüşüne karşılık olarak pop-art, sanatın yaşama yön verme ve kritik etme gibi bir amaç taşımadığına inanır (Şaylan, 2009, ss. 113-115). Postmodern edebiyat ise, Ihab Hassan’a göre yine Batı toplumunda ortaya çıkan değişimlerin bir sonucudur. Ona göre, “Yeni ‘anti-edebiyat’ ya da ‘sessizliğin edebiyatı’, ‘Batılı benlik’ ve genel olarak Batı medeniyetine karşı ‘ani bir duygu değişikliği’yle karakterize olmaktadır” (aktaran Best- Kellner, 1998, s. 25). Hassan’a göre yeni edebiyat yaşam dünyasındaki değişikliklere bir yanıt olarak doğar. Diğer bir deyişle, yazın alanındaki biçimsel deneysellik, toplumdaki değişimin bir sonucu olarak, kendine kapanan ve sessizleşen benliğin kurmacadaki karşılığıdır (aktaran Lucy, 2003, ss 128). Biçimsel deneysellik, postmodern romanın en belirleyici özelliğidir.
Postmodern romanın genel karakteristiğine baktığımız zaman, içerik unsurlarından ziyade biçimsel öğelerin ön plana çıktığı görülür. Onun bu görünümünün postmodern gerçeklik algısının doğal bir sonucu olduğu söylenebilir. Postmodern gerçeklik algısı, modern gerçeklik anlayışının bir anlamda ters yüz edilmiş halidir. Postmodern söylemde, modern söylemin rasyonel ve bütüncül bireyinin yerini, merkezsizleşmiş ve parçalanmış bir özne anlayışı almıştır ve özneyi bu şekilde parçalı kılan ise, dilin akışkan ve çokkatlı bir yapıya sahip olmasıdır. Postmodern söylemin gerçeklik anlayışındaki bu çoğulcu yönelim, postmodern romanın da ana estetik ilkesi olarak kabul edilir. Modernist romanla birlikte yansıtmacı/mimetik estetik anlayışından yabancılaştırma estetiğine doğru dönüşüm geçiren edebiyat, postmodern romanla birlikte çoğulculuğu estetik bir ilke olarak benimser. Edebiyatın bu çoğulcu ortamında biçim, dil ile oynanan kurgusal bir oyundur.
Postmodern roman yarattığı oyun dünyasıyla okuyucusunu eğlendirirken aynı zamanda nesnel gerçekliği sıradanlaştırır, kavramların içini boşaltır, değersizleştirir. Okurunu katı gerçeklik çemberinden dışarı çıkarmaya çalışır. Oyun aynı zamanda, yazar ve okur arasındaki sınırları ortadan kaldırır ve onları birbirine yakınlaştırır. Yazarın yarattığı boşluklar ve suskunluklar okuyucu tarafından tamamlanır. Okuyucu da artık kurgunun bir öğesi, oyunun bir parçası haline gelir. Oyunsuluk postmodern romanda çeşitli şekillerde kendini gösterebilir. Bir diğer deyişle oyunsuluk, biçimsel düzlemde üst-kurmaca ve metinlerarasılık tekniklerinin yarattığı bir özelliktir. Gerçekle kurmaca arasındaki ayrımı ve romanın uydurma olduğu olgusunu üst-kurmaca tekniği ile okuruna iletmeyi hedefleyen postmodern yazar, metin kurgusunda oyunlar kurarak gerçekliği sorgular. Bu teknikle, okuyucuya sürekli bir oyun içinde olduğu hatırlatılır.
Bir teknik olarak üstkurmacanın bir türevi niteliğinde olan metinlerarasılık ise, farklı metinlerin kolaj tekniği ile bir araya getirilmesi şeklinde gerçekleşir. Metinlerarasılık tekniği de üst-kurmaca gibi sadece postmodern romana özgü bir teknik değildir. Yansıtmacı ve modernist romanlarda da bu tekniğin kullanımlarına rastlanır. Bununla birlikte, bu romanların metinlerarasılık tekniğine bakış açıları arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Nitekim yansıtmacı romanda metinlerarasılık, yazar merkezlidir. Edebiyatçı kimliğinin yanı sıra bir aydın kimliğine sahip olan yansıtmacı yazar, romanlarında kültürel birikimlerini dolaylı bir bilgilendirme aracı olarak kullanmak ister. Yansıtmacı romanda anıştırma terimiyle karşılanan bu etkinlikle yazar, felsefe, tarih, sosyoloji, psikoloji vb. edebiyat dışı okumalarını kurmacanın bir parçası haline getirebilir. Metinlerarasılık tekniğinin modernist romanda kullanımı, postmodern romanda olduğu gibi metin merkezlidir. Bir diğer deyişle, modernist romanda metinlerarası uygulamalar, metinlere imgesellik kazandırma peşindedir. Postmodern romanda ise metinlerarasılığın kullanım amacı, romanı çok boyutlu bir oyuna dönüştürmektir. Ne dış gerçekliği ne de iç gerçekliği yansıtma amacı olan postmodern romanda metinlerarasılık yöntemiyle, sanal bir gerçeklik ortamı yaratılmak istenir.
Metinlerarasılık tekniği, parodi ve pastiş olmak üzere iki temel yolla uygulanmaktadır. Kökeni Aristoteles’e kadar giden parodi, bir metnin başka bir metni taklit etmesi yoluyla, gönderge metnin konusunun/içeriğinin dönüştürülerek kullanıldığı bir tekniktir. Metinlerarasılık uygulamalarında bilinen diğer bir yöntem pastiştir. Pastişin bir teknik olarak kullanımıyla, örneksenen biçemi dönüştürmekten ziyade taklit ederek bir metin yazmak hedeflenir. Başka bir deyişle yazar, başka bir metnin dil ve anlatım özelliklerini taklit ederek, başka bir yazarın biçemini kendi biçemiymiş gibi benimseyerek yeni bir metin yazar. Ana kurgu öğeleri üstkurmaca ve metinlerarasılık olan postmodern romanın yazarları, romanın gerçek düşmanlarının, klasik kurgusal öğeleri şematize eden zaman, mekan, karakter, olay ve tema olduklarını düşünmektedirler. Romanın kurgusal bir öğesi olan zaman kullanımının, yansıtmacı romandanpostmodern romana, gerçeklik anlayışına bağlı olarak farklılaştığı söylenebilir.
Postmodern metinlerde mekân anlayışı, modern anlayışın mekânsallığa yaptığı vurgunun tamamen dışına çıkar. Bu farklılaşmada bilimsel gelişmelerin önemli bir rolü olduğu söylenebilir. Yansıtmacı ve modernist romanların önemli bir kurgusal öğesi olan karakter, postmodern romanda bu önemini kaybeder. Postmodern romanda yansıtmacı romanın çizgisel olay örgüsünden vazgeçilir ve modernist romanda olduğu gibi olay, merkezi bir konum olmaktan çıkar. Postmodern romanların olay örgülerindeki kopukluğun önemli bir nedeni, ana kurgusal öğelerdir. Aynı şekilde anlatıcıların sürekli yer değiştiriyor olması da olay örgüsünde bir kopukluğa neden olmaktadır. Başka bir söyleyişle postmodern romanlarda temadan ziyade kurgusallık ön plandadır. Dahası postmodern yazarın tematik olma gibi bir kaygısı da yoktur. Çünkü bir temayı işlemek, bir gerçekliğe ya da ideale inanmak anlamına gelir. Halbuki hiper gerçeklik ve simülasyon gibi sanal gerçekliklerin hakim olduğu bir dünyada uzlaşılmış bir gerçeklik yoktur.
Sonuç Bu çalışmada romanın, yazıldığı dönemin toplumsal gerçekliğinin bir ürünü olduğu hatırlatılmak istenmiş; bu bakış açısıyla postmodern romanı sosyolojik olarak anlamak hedeflenmiştir. Nitekim ne Don Kişot’u ne Robinson Cruose’u ne de İnsanlık Komedya’sını bugünün toplumsal bakış açısıyla anlamak mümkündür. Dahası romanın ne olduğuna ya da ne olması gerektiğine dair dönemsel tanımlamalar yapmak da bir o kadar yanıltıcıdır. Çünkü romanı, içeriksel ve biçimsel olarak belirleyen ‘tarihsel o an’dır. Postmodern romanı doğuran ‘tarihsel o an’, postmodern çağın yarattığı gerçeklik anlayışıdır. Postmodern çağda gerçeklik, yorumdan başka bir şey değildir. Bilimsel gelişmelerin de bir sonucu olarak gerçeklik, göreceli, belirsiz ve rastlantısaldır. Makro teorilerin yerini mikro teorilerin aldığı, hakikat anlayışının parçalandığı, rasyonel öznenin yadsındığı, tekil düşüncelerin yerini çoğulluğa bıraktığı yeni bir gerçeklik anlayışıdır bu. Tanrının ya da insanın merkeze alındığı kendinden önceki düşünme biçimlerinden farklı olarak öznenin dil olarak belirdiği bir gerçeklik anlayışıdır. Ve postmodern roman da bu yeni gerçekliğin bir ürünü, edebiyat alanındaki yansımasıdır. Postmodern romanı bu çalışma için özel kılan onun biçimsel özellikleri olmuş; bu özellikleri sosyolojik olarak anlaşılır kılmak hedeflenmiştir.
Kaynakça; Toplumsal Gerçeklik ve Postmodern Roman Neslihan ŞEN ALTIN* Humanitas, 2017; 5(10): 91-109 ISSN: 2147-088X DOI: 10.20304/humanitas.316515 http://humanitas.nku.edu.tr