Sıra | DOSYA ADI | Format | Bağlantı |
---|---|---|---|
01. | Okuma Eği̇ti̇mi̇ - Yakup Kadri’nin Yaban Romanı Üzerine Makale İncelenmesi | pptx | Sunumu İndir |
Transkript
EDEBİYAT VE TOPLUM KONU:Yakup Kadri’nin Yaban Romanı Üzerine Makale İncelenmesi Hazırlayan: Demet YILDIRIM No: 180553068
YABAN’IN YABANLIĞI Özet Yazın yaşamına Fecr-i Ati topluluğuna katılarak başlayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, sonradan katıldığı Milli edebiyat çizgisinin önemli sanatçılarından biri olur. Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet yıllarına tanıklık eden yazar, Türk toplumunun değişim öykülerini romanlarının ana konusu yapar. Tanzimat sonrası Batı kültürü ile tanışan Türk halkı, Cumhuriyet’e kadar ve sonrasında bu kültürün etkilerine maruz kalır. Edebi eserlere konu olan olumsuz etkilerden biri şüphesiz yanlış batılılaşmadır. Özellikle romanlara, karakterlerin toplumsal ve bireysel yabancılaşması olarak dahil edilen bu izlek, Yakup Kadri’nin de ele aldığı olgulardan biri olur.
Yaban’da, Birinci Dünya Savaşı yenilgisine tanıklık eden ve bu yenilgiden sağ kolu kesilerek çıkan şehirli Türk aydınının Anadolu’da bulunduğu süreçte yaşadığı çıkmazlar dile getirilir. Romanda, aydın-köylü çatışmasına evrilerek başkişi Ahmet Celâl’in, “yaban”lığına değin vardırılan sorunlar yumağı, farklı ideallerin yansımasını içerir. Çalışmada, köy halkının, bir savaş kahramanı ve Türk aydını olan Ahmet Celâl’in toplumsal kimliğine yapıştırdığı/ yakıştırdığı yaban’lığı değerlendirilecek ve bu yaban’lığın; kendine ve başkalarına/ çevresine yabancılaşma şeklinde tinsel kimliğe sinen belirtileri irdelenecektir. Anahtar Kelimeler: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yaban, yabancılaşmak, kendine yabancı, başkalarına yabancı
Giriş Tanzimat ile başlayan Batılılaşma süreci romana, Doğu-Batı çatışması ekseninde temeyyüz ederek yanlış batılılaşma şeklinde yansır. Sonraki yıllarda da edebi eserlerin başat konularından olan yanlış batılılaşma, özellikle toplumsal ve bireysel yabancılaşma şeklinde izleksel kurguya dahil edilir. Cumhuriyet dönemi yazarlarının da tercih nedenleri arasında yer alan bu izlek, modern insanın dünyalıktaki durumunu, iletişimsizlikler bağlamında yalnızlığa sürüklenmiş şekli ile gösterir. Özellikle, yeni teknik, kuram ve akımların doğuşu ile birlikte kent soylu insanın dışsal- içsel çatışmalarına yönelen yazarlar; yersiz-yurtsuz, çaresiz, bunaltılı, uyumsuz, iletişimsiz ve yalnız görüngüsü ile modern insanı, kendine ve başkalarına/ çevresine yabancı/laşmış konumu ile aktarır.
1932 yılında yayımlanan Yaban, Kurtuluş Savaşı yıllarına ait sosyal zamanı konu edinirken Tanzimat’tan itibaren sosyal fayda prensibinden yola çıkılarak devam eden halk aydınlanması sorununu dile getirir. Savaşlardaki galibiyetlerin sahibi kahramanların memleketlerine dönüş yolunda uğradıkları kültürel yozlaşmanın/ aydın kimliğindeki çürümenin anlatıldığı Yaban’da, kent soylu bir bürokrat çocuğu olan, Birinci Dünya Savaşı gazisi Ahmet Celâl’in trajik yaşamı ele alınır. Savaş dönüşü Ahmet Celâl, yurtsuzluk itkisi ile çıktığı Anadolu yolculuğunda değer yitimine uğrayarak yaban/cı/lığı ile yüzleşir. Yaban romanı bağlamında insanın kendine ve başkalarına/ çevresine yabancılaşmasını ele aldığımız bu çalışmada; kendine yabancılaşmak, Albert Camus’un deyimiyle, kendimin karşısında ben’i, yani doğa insanı karşısında akıl insanının (Gündoğan 1997: 66) varoluş durumunu ifade eder. Ben ile ben olmayan arasındaki ilişkiyi açımlayan başkalarına/ çevreye yabancılaşmak ise; toplumsal değer yargılarına göre konumlanan insanların eylem ya da eylemsizliklerindeki anlamsızlığı ifade eder.
Kendine Yaban(cı)laşmak Romanın vak’a zamanına ait yılların Türk aydın tipini temsil eden başkişi Ahmet Celâl, Yedek Subay olarak bulunduğu Birinci Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybeder. Dönüşte, emir eri Mehmet Ali’nin teklifi üzerine onun, Eskişehir-Porsuk Çayı civarındaki köyüne yerleşir. Savaş yıllarının kaotik ortamını anlatan romanda, kişiler düzlemine sinen çatışmalar yumağı, entrik kurgunun şekillenmesine yardımcı olur. Aydın-köylü/ şehir-taşra ikileminin başat göndergelerine dönüşen çatışmalar dizgesi, başkişi Ahmet Celâl’in kendisini; “Ben Celâl Paşa’nın oğlu Ahmet, İstanbul’un en muhteşem konaklarından birinde doğup ve parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uçtuktan sonra, kanatlarımdan biri kırılmış olarak buraya düştüm. Otuz iki yaşında bir emekli asker, bütün geleceği geride kalmış bir sakat delikanlı, şimdi burada…” (s.67) şeklinde tanıtması ile başlar.
Başkişi, düştüm dediği bu yeni mekanda, kim olduğu ve nereden geldiği ile ilgili bilgiler verirken içinde bulunduğu durumu, düşüş kavramı ile netleştirir. Heidegger’e göre düşüş, insanın şu andaki durumunu ifade ederken bu kavram romanda, Ahmet Celâl’in, kalabalık içinde “onlar” olma halini imler. (Çüçen 1997: 189). Bu açıdan Ahmet Celâl, geldiği köyde, onlar’a dönüşmemek ve monoton bir yaşamın öznesi olmamak için mücadele eder. Hatta onları kendine dönüştürmeye çalışır, fakat buna gücü yetmez. Güç yitimine uğradığını düşündüğü anlarda, geçmiş ve şimdiye ait kırılmaları ile “sanki, kendi kendi(n)i seyreden, kendi için oynayan sessiz bir aktör” (s.133) gibi trajik bir yaşamın öznesine dönüşür.
Ahmet Celâl, otuz iki yıllık yaşamını, bir kolunu kaybetmeden önce ve kaybettikten sonra şeklinde değerlendirirken sosyo-psikolojik yönelimlerin belirleyici olduğu dünyalık zamandaki varlığını, mekan değişimleri bağlamında konumlandırır. Birinci döneme ait yıllar, bir Paşa oğlu olarak dünyaya gelmesi ile başlarken o yıllar, “İstanbul’un en muhteşem konaklarından birinde doğup ve parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uç”mak tadındadır. Başkişinin, Ben ile başlayan kimlik tanıtım cümlesi, Paşa oğlu olmak ve konakta yetişmek ayrıcalığı ile devam ederken bu söyleyiş biçimi onun, hem yüceltilmiş benlik algısını hem de benimsenmiş değerler olarak diğer insanlardan farklılığını açımlar. İnsanın kendini tanıtırken baba adı ile başlaması, yaşama sosyalleşerek katıldığının bir göstergesidir. Zira romanda, arketip düzeyinde kimliğe dahil edilen ve Paşa unvanı ile de bürokrat yönü vurgulanan baba, Ahmet Celâl’in sosyal yaşamına sinen değerler dizgesini yansıtması açısından önemlidir. Romanın ilerleyen bölümlerinde yaşanacak çatışmaların çıkış noktası, belki de, başkişideki ruhsal değişimlerin neden olduğu farklılık algısından kaynaklanacaktır. İstanbul’dan Anadolu’ya geçişi ile birlikte yaşanılan kültürel farklılık, onun sosyalleşmesinin önünü tıkarken kendine ve başkalarına yabancılaşmasına da neden olur.
Ahmet Celâl’in yaşamındaki ikinci dönem ise, kimlik kaybı yaşadığını düşündüğü dönemdir. Zira kimlik kaybı yaşamak, kendine yabancılaşmanın en önemli göstergelerinden biridir. Bu yabancılaşma şekli romanda, başkişinin, Birinci Dünya Savaşı’nda kaybettiği kolunun yarattığı eksiklik psikozuna dönük ifadelerinden anlaşılır. Kolu kesildikten sonra emir eri Mehmet Ali’nin davetine iştirak etmesi, yeni bir başlangıç sayılsa da bu yolculuk, bireysel ve çevresel süreçlerin konumlandırdığı Ahmet Celâl’i anlam arayışına iter. Anadolu/ köy tercihinde, “dünya karşısındaki aczini ve dünyanın insan isteklerine sağır ve dilsiz kalışını” (Gündoğan 1997: 68) fark ettiğinde özne-varlık’tan, anlamsız bir dünyanın/ yaşamın, nesne- varlık’ına dönüşerek kendine yabancılaşır. Yaşamını kaçış sendromu ile sürdüren Ahmet Celâl, bu kaçışlarını, kendinden ve başkalarından şeklinde mekân/ yer değiştirmeler boyutunda gerçekleştirir. İşgal güçlerinin İstanbul’u ele geçirmesi ile başlayan bunalımlar, işgale karşı sessiz kalışlar ile artarken o, İstanbul’u değil, emir erinin köyünü seçer. Dolayısıyla başkişide, yaşanılan çevre koşullarının bir sonucu olarak ortaya çıkan kendine yabancılaşma belirtisi, kahramanın gönüllü olarak gittiği ve bir kolunu kaybettiği askerlik sonrasında doruğa ulaşır. Dönüşte artık doğup büyüdüğü yerlere dönmek istemeyen başkişi, bedensel eksikliğinin yarattığı tahribatların da etkisi ile arayış merkezli kaçışlarla yaşamına yön vermeye çalışır.
Zamanla köy halkı ile iletişim kurabileceğine, aynı mekanı paylaşabileceğine kanaat getirse de yaşanılanlar, geleceğe yönelik umutlarını yok eder. Umutsuzluk, psikolojik yıkımları da beraberinde getirir. Çabalarına rağmen köy halkı ile bütünlük kuramayınca; “Nereye gideyim? Benim yerim neresidir? Kimlere doğru varayım? Beni kimler anlar? Kimler derdime deva bulur? Beni bu illetten, beni bu gurbetten kim kurtarabilir? (…) Niçin şu anda, bu genç yaşımda bir derenin kenarında bir insan viranesiyim?” (s.85-86) diyerek kendini, iletişimsizliğini, yalnızlığını ve bulunduğu yeri sorgulamaya başlar: Anlaşılmadığını düşündüğü anlarda kendine yabancılaşmak pahasına; “Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... (…) Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak… Bu resimleri, bu levhâlârı ayaklarımın altına alıp ezmek.” (s.68) gibi çaresizlik ifade eden birtakım düşüncelerle onlara yönelmek, sevgilerini kazanmak istese de; “Fakat onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim?” (s.68) diyerek dışsal bir değişimin çözüm olamayacağını da bilir.
Olay, durum ve kişilere karşı denge/ uyum sağlayamadığı için çelişkili yaklaşımlar sergileyen Ahmet Celâl, bu hali ile pasivize bir görüntü arz eder. Onun “yaban”lığı da bu aşamada başlar. Oysa aydın, sanatçılara özgü bakış açısıyla olup bitenlere bakmak ile yetinmez, farkındalık düzeyi ile başkalarından ayrılır. Diyalektik bakış açısıyla, gerçeği tek boyutlu olmaktan çıkararak sorgulayıcı bir algı niteliğine dönüştürür. Aydının görevi, düşünsel ve eylemsel görüngüsü ile hem kendi hem de içinde bulunduğu toplumun sorumluluğunu üstlenmektir. Bu açıdan, ülkenin içinde bulunduğu duruma kayıtsız kalan Anadolu köylüsünü uyarmaya, uyandırmaya çalışsa da aldığı eğitim ve okuduğu kitaplardan edindiği bilgiler Ahmet Celâl’i engeller. Türk aydını olmasına rağmen halkına Batılı fikirlerle yaklaşması, onlardan daha üstün ve kusursuz olduğunu kanıtlama çabası, kendine ve başkalarına yabancılaştığının göstergeleridir. Romanda, şimdi ve burada bir varlık olarak Ahmet Celâl’in uyumsuzluğu, geçmişte aldığı eğitim deneyimleri ile açımlanırken halkı küçümsemesi, onları kendi fikirleri doğrultusunda baskı altına almaya çalışması da yabancılığının farklı belirtileri olur.
İçinde bulunduğu sosyal ortamda kabul görmeyen Ahmet Celâl, dünyaya/ mekana ait olamadığını düşündüğü anlarda ise, yurtsuzluk itkisi ile bunalıma düşer ve ben’inden uzaklaşır. Melvin Seeman, yabancılaşmanın boyutlarını/ belirtilerini; “güçsüzlük, anlamsızlık, kuralsızlık, toplumsal yabancılaşma ve bireysel yabancılaşma” (Tolan 2005: 302) şeklinde kategorize eder. Bu boyutlardan birçoğunun başkişi Ahmet Celâl’in de varoluş durumuna sindiğini görmek mümkündür. Özellikle, toplumsal ve bireysel yabancılaşma boyutları, olumsuz psikolojisinin bir yansıması olarak belirginleşir. Geleceğe dair beklentilerini karşılayamayan ve bu nedenle karamsar ve umutsuz bir kişiliğe bürünen Ahmet Celâl, geçmişin parıltılı hülyalarını geride bırakarak şimdinin olanaksızlığında yalnızlığına gömülür. Anadolu’ya ve insanına İstanbul’dan bir devlet yöneticisinin oğlu olarak bakmak, Ahmet Celâl’i yüzeysel gerçeklikte tutuklu bir aydın konumuna düşürür. Yaban(cı) durumuna düşmekten kurtulmak için düşün dünyasında ben’i ile uzlaşı arayışına girer fakat kültürel göstergelerin farklılığı buna engel olur. Zira gerçeklerle yüzleştikçe suçu, kendinde ve kendisi gibi dışarıdan bakanlarda bulur.
Anadolu insanının dünyasına dokundukça, düşündüğü gerçeklik ile yaşanan gerçeklik arasındaki soyut- somut farkını içselleştiren Ahmet Celâl, kendilik sorgulamasının alanını genişletir. Kendini merkeze alarak suçlarken; sen ve senin zamirleri ile bunların ek hallerini kullanması, hem kendisi ile ben’i arasındaki mesafeyi açar hem de sen merkezli olarak bütün aydınları bu suça ortak eder. Teslimiyet içerisinde kabuğuna çekilmiş köylülere uyanış çağrılarında geç kalındığını düşünür. Yoksul ve yoksunluğun pençesinde kendiliklerini yaşayamayan köy halkının da bu dünyada, kendisi gibi nesne- varlık konumunda olduğunu söyler. Fakat değişim ve dönüşüm uyarılarına -alışkanlıklarını bırakmayarak- tepkisiz kalan köy halkı ile ‘olması gereken’ iletişimi asla kuramaz. Buna rağmen köy ve köylü ile ilgili bütün olumsuzlukların eyleyeni olarak kendini/ aydını görmesi, bir kimlik açılımı şeklinde öz’e dönüş’ün izlerini taşır. Sorumluluk bilinci taşıyan bu tespit ve değerlendirmeler, Ahmet Celâl’de suçluluk psikolojisi yaratırken o, her zaman olduğu gibi güçsüzlüğünün de etkisi ile sorunların üzerine gitmek yerine kaçışı tercih eder. Zira kabul edilmemek kaygısı ile geldiği köy/lü/den “yaban” sendromu ile kaçması da bu yüzdendir.
Toplumsal iletişimsizlik bağlamında yalnızlık ve kimsesizlik girdabında bocaladıkça kendine olan güveni sarsılan Ahmet Celâl, sesinin yankı bulmaması karşısında kendini, “Anadolu bozkırının ortasında bir ikinci Robinson Crusoe” (s.108) gibi hisseder. Yalnızlık ve kimsesizliğin yarattığı kimlik bunalımı ile “sanki her şey benim vehmimden ibaret gibi” (s.108) der. Olup-bitenlere anlam veremediği durumlarda kendine döndüğü için “benliğindeki parçalanmışlığı” (Laing 1993: 19) da fark eder. İşte bu nedenlerledir ki kendine yabancılaşmış bireyin sancılarını çeker. Türk aydını/ entelektüelini tanımlarken, bir garip yalnız kişi, bir münzevi, bir acayip yaratık, bir aykırı ve bir acayip nebat söylemlerini kullanır. Aydındaki yabancılaşmanın boyutunu gösteren bu söylemler, geçmişten gelen ve bir sorun olarak şimdiye taşınan ilgisizliğin dile getirilmesidir. Ahmet Celâl’e göre köylünün bilinçsiz ve cahil olmasının nedeni, ona uzak kalmaktır.
Romanın sonunda; “Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat, benimdir.” (s.181) farkındalığına rağmen cehalete karşı tutarlı bir şekilde savaş açmak yerine; “Sizi gökten melekler inse bile kurtaramaz. Çünkü, sizi evvelâ sizden, kendinizden kurtarmak lâzımdır.” (s.150-151) der. Öç duygusuna yönelik düşmanca yaklaşımlar içeren ve başkişinin kavgaya dönük yüzünü ortaya koyan bu düşünceler; hem bir başkaldırı hem de olumsuzluklara karşı direnç göstermeyerek kendini koruma altına alan bir içgüdünün yansımalarıdır. Çaresizliği oranında teslimiyetçi, kolay vazgeçen, sorumluluktan kaçan bir kişilik olarak Ahmet Celâl, çoğu zaman ne ve nasıl olacağını bilmeden, belirsiz bir geleceğe doğru gittiğini düşünerek eylemsiz kalır ve etkinliğini yitirdiğini düşündüğü anlarda kendine yabancılaşır. Zira roman boyunca; bunalımları, umutsuzluğu, karamsarlığı, yalnızlığı, başarısızlıkları olumsuz düşünce ve eylemleri ile Ahmet Celâl, kendine yabancı bir kimlik ve kişilik ile görüngülenirken başkaları/ çevresi tarafından da yaban olarak algılanır.
Başkalarına/ Çevreye Yaban(cı)laşmak Sosyal bir varlık olan insanın kendine yabancılaşmasında, başkalarının/ çevrenin etkisi büyüktür. İnsanın çevresiyle başa çıkmak için; başkalarına yönelmek, başkalarına karşı bir tutum takınmak ve başkalarından uzaklaşmak şeklinde üç temel eğilimi vardır. Bunlardan ilkinde çaresizlik, ikincisinde düşmanlık ve üçüncüsünde yalıtım söz konusudur. (Horney 1993:34). Ahmet Celâl’in kişilik özelliğinde de bulunan bu üç eğilim, romandaki çatışma unsurlarının boyutlarını belirlemesi açısından önemlidir. Köye geliş ve köyde bulunuş sürecinde, ruhsal yaşamına sinen ve orada konumlanan olumsuz etkiler onu, kendine olduğu kadar kendi dışındakilere de yaban/cı/laştırır: “Burada ben, İstanbul’daki kadar azap ve işkence içindeyim. Taş, toprak, su insan, hayvan burada her şey benim aleyhimdedir. Ve bende bütün bu düşman unsurlara karşı mücadele etmek gücü yok. Durmadan eziliyorum. Durmadan eziliyorum.” (s.80-81) dediği köyde, kendilik bilincini yaşayamadığı için çevreyi vareden bütün olgulara yabancılaşan başkişi Ahmet Celâl, artarak devam eden çatışmalar silsilesi içinde kişilerarası çözümsüzlüğün nevrotik öznesine dönüşür.
Anlamsızlıklar karşısında bocalayan ve kararsız bir insan görünümüne bürünen Ahmet Celâl, toplumsal iletişimsizlik boyutunda sürekli yalnızdır. Yaklaştıkça derinleşen bir uçurum gibi insanları birbirinden uzaklaştıran ve geleneksel yaşam biçimi ile kendilik yaşa kopukluklar yaratan bu iletişimsizlik, Ahmet Celâl’deki yalnızlığı bir başka boyuta taşır. Bu boyut, romanda, halk ile arasındaki uyumsuzluğu gideremeyen aydının, olay ve durumlar karşısındaki ‘anlamsız’lık hissini açımlarken aynı zamanda yaşanacak çatışmaların da kaçınılmazlığını belirler. Ahmet Celâl, şehir yaşamından köy yaşamına geçtiği süreçte; “Biliyordum ki, toprak katı ve tabiat zalimdir ve insan cinsi bozuk bir hayvandan başka bir şey değildir; biliyordum ki, insan hayvanların en kötüsü, en bayağısı ve en az sevimli olanıdır. Evet, bilhassa en az sevimli olanıdır.” (s.18) diyecek kadar insanlara karşı olumsuz tavırlar içerisindedir. Kendi türüne yabancılaşmış insanın söylemine dönüşen bu ifadeler, aslında onun aydın kimliğindeki deformasyonun bir sonucu olarak başkalarına yabancılığının göstergesidir.
“Biliyordum ki toprak katı ve tabiat zalimdir” söyleminde, toprak ve tabiata yüklenen olumsuzluklar, insan dünya/ mekan ilişkisindeki uyumsuzluğu açımlarken; insan-insan ilişkisindeki olumsuzluklar da kahramanın sosyalleşememesini, çevreye uyum sağlayamamasını açımlar. Hayvan, çevrenin içinde, onunla uyumlu ve onun bir parçası olarak yaşar. Bu açıdan, köylülerin/ insanların Ahmet Celâl’de hayvan çağrışımı yapması, hayvanların yaşadıkları çevreye uyumlu olmaları ile ilgilidir. Zira Ahmet Celâl’in insanlara düşmanlık içerircesine, “cinsi bozuk bir hayvan, hayvanların en kötüsü, en bayağısı ve en az sevimli olanı” demesi, çevreye uyumsuzluğunun ve üstünlük psikolojisinin bir yansıması şeklinde değerlendirilebilir. Güven yitimi yaşayan başkişinin çevreye yönelik biriktirdiği gizli düşmanlık, burada üst düzeye çıkarak somutlaşır ve birey-toplum düşmanlığına evrilir. Zira, köy halkını, varlık tabakasının en alt düzeyinde yer alan hayvan kategorisine indirgemek bu düşmanlığın en açık göstergesidir.
Aydın, sadece belli bilgilere sahip bir kimse değil, düşünceyi bir çeşit alışkanlık haline getiren, hiçbir şeyi peşin olarak kabul etmeyen, her şeyin aslını araştıran bir şahsiyet (Kaplan 1992: 247) olarak bilinir. Oysa roman boyunca Ahmet Celâl, kimi zaman düşünmeden hareket eden kimi zaman peşin hükümlü, kimi zaman kabullenmiş, kimi zaman da olup bitenin aslını araştırmayan görüntüsü ile karşımıza çıkar. Önceden bildiğini, tanıdığını söylediği Anadolu gerçekliği ile geldiği yerdeki nesnel gerçeklik farkı, başkişinin kimliğinde konumlanan aydın yanılgısını ortaya çıkarır. Zira İstanbul yaşantısında tasavvur edilen köy ile burada yaşanan gerçeklik ona, “bildiğimiz ile bildiğimizi sandığımız şey arasında(ki) uçurum” (Gündoğan 1997: 69) kadar derin ve öngörülmez bir dünya sunar. Sonradan yüzleşilen somut/ nesnel gerçeklik, başkişinin Anadolu’ya bakış açısını alt üst ederken yaşam/ dünya, anlamsızlaşır ve bir kaos ortamına dönüşür. Sömürü aracı olarak kullanılan din ve onun temsilcileri, düşman ile işbirliği yapan ağalar, emek sömürücüler ile ahlaksız kadınların tahakkümü altına giren halk arasında farklı duyarlıkları harekete geçirmek güçlüğünü yaşayan Ahmet Celâl, bir başka mağlubiyeti de tiranlaşan bu yüzlerden alır.
Ahmet Celâl, yetişme tarzı itibarıyla Batılı bir kültürden geldiğini sık sık hissettirir. Özellikle köylü halk ile Batı insanını karşılaştırırken okuduğu eserlerdeki halkı yüceltmesi, kendilik değerlerine yabancılaştığının bir göstergesi olduğu gibi onu, Türk aydın kimliğinden uzaklaştırarak Batılı bir aydın kimliğine büründürür. Zira, “Bir aydının kendi halkına yabancılaşması, en başta aldığı eğitim ve etkisinde kaldığı fikir akımlarıyla ilgilidir.” (Balcı 2002: 206). Akıldan yoksun, içgüdülerine göre yaşayan hayvan benzetmesi ile Anadolu insanı; Fransız (Racine, Voltaire), İngiliz (Bacon, Shakespeare) ve İtalyan sanatçıların eserlerinde yer alan kurgusal insanlara yenik düşürülür. Anadolu köylülerini, “goril sürüsü, (…) yırtıcı ve barbar bile değildiler” (s.18) şeklinde nitelemesi açısından, Sartre’ın deyimiyle, “insanlar arasındaki bir insan” (Gündoğan 1997: 66) olarak Ahmet Celâl’i, kendi dışındakilere yabancı kılar.
Yazar, Ahmet Celâl ile köy halkının bir kısmını fiziksel eksiklikleri ile birlikte verirken toplumun bu insanlara bakış açısını ötekileştirme boyutunda kurgular. Fiziksel eksikliklerde eşitlenen bu insanlar, ötekileştirilerek dışlanır, hor görülür, dalga geçilir, hatta tacize varan olumsuzluklara maruz bırakılır. Fiziksel eksikliği olmayanlar ise, romanda, kendiliklerini başkalarına (ağa, imam, şeyh, kraliçe gibi gücü temsil edenler) devrettikleri için ötekileşmişlerdir. Romanda dramatik aksiyonu sağlayan değerlerin görüntü seviyeleri (Korkmaz 2015: 100) açısından ülkü ve karşı değerler dizgesinde yer alan Ahmet Celâl ve köy halkı, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar bile ‘değişende değişmeyen’ algıları ile benzerdirler. Köy halkının alışkanlıkları doğrultusunda yaşamaları ve dışarıdan gelenlere yaban gözü ile bakmalarındaki sabit fikirlilikleri ile; aydın bir tip olmasına rağmen başkişinin, çevresine tek bir düşüncenin etkisi altında bakması arasında ontolojik bir benzerlik vardır. Bu açıdan roman kişilerindeki fiziksel-ruhsal eksikliklerin eşitliği, varoluşçu felsefenin “bilinç ne ise, beden odur” (Foulquie 1998: 76) anlayışını çağrıştırır nitelikte simgesel bir anlatıma dönüşür.
Bir aydın olarak Ahmet Celâl’in, “bir çanak suda bir damla zeytinyağı gibiyim. Ne karışıyorum, ne de dibe çökebiliyorum.” (s.67) söylemindeki uyumsuzluk göstergeleri, roman boyunca tutum ve davranışlarına da yansır. Halka uyum sağlayamadığı gibi “yaban” olduğunu da kabullen(e)mez. Yaban olmadığını; dini, tarihi ve coğrafi birlikteliklerdeki değerlerin izdüşümünde şekillenen millet bilinci ile kanıtlamaya çalışırken sorumluluklarının yarattığı bunalımlarını da dile getirmiş olur: “Bir gün… bir gün, onlara, ispat edebilecek miyim ki, ben bir “yaban” değilim? Benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen kandır. Aynı dili söylemekteyiz. Aynı tarihi ve coğrafi yollardan, hep birlikte gelmişizdir. İspat edebilecek miyim ki, aynı Allah’ın kuluyuz! Aynı siyasi mukadderat, aynı sosyal bağlar, bizi kardeşlik, evlatlık, analık, babalık üstünde bir yakınlıkla birbirimize bağlamıştır.” (s.35- 36).
İnsanın başka insanlar karşısındaki yabancılığı ve bu yabancılıktan doğan bunaltı (Gündoğan 1997: 67) başkişinin, varoluşsal “seçimlerindeki sorumluluğunu üstlenmesinden kaynaklanır. Millet olmak bilincini dile getiren Ahmet Celâl, kendini vareden değerler dizgesi ile toplumsal değerler arasında zihinsel bir köprü kurmasına rağmen; onlar gibi düşünemediğini ve onlar gibi hissedemediğini (s.68) söylemesi, taraflar arası kültür farkından doğan çatışmaların bir ürünü olarak görülmelidir. Ahmet Celâl, yaban/cılığını çaresizce kabullenmiş bir biçimde; “Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınaî, adeta kimyevî bir şey halini almış” (s.68-69) şeklinde tanımlamasına rağmen, köy halkını da; yarınsız, umutsuz, karamsar, bitkin ve bezgin görüntüsü ile vatan, namus ve can güvenliğine karşı ilgisiz olarak tanımlar. Toplumsal değerlerin izdüşümünde şekillenen kimliğini tekrar konumlandırmak/ inşa etmek için çabaladıkça başarısız olur.
Dönemin Türk aydını ile Anadolu insanı arasındaki ilişkisizliğin yarattığı çatışma unsurlarından biri de milli bilinç/sizlik bağlamında kişilerin eylem/sizlikleridir. Aslında, “Vatan delisi, millet divanesi” (s.110) olan Ahmet Celâl’in, köylüler arasında böylesine yapayalnız kalmasının nedeni onlarla paylaşamadığı Kurtuluş Savaşı idealidir. (Moran 2011: 205). Ahmet Celâl, köye, vatansever bir gazi olarak geldikten sonra geride bıraktığı savaşın fiziksel ve ruhsal etkilerini sürekli hisseder. Tekrar cepheye gitmek arzusu ile yaşar, fakat bunu gerçekleştiremediği için tek umudu, cepheden gelecek olumlu haberlerdir. Savaş deneyimlerine, gazetelerden aldığı bilgilere, köye gelen Türk askerlerine vs. dayanarak ülkenin durumu ile ilgili birtakım öngörülerde bulunur. Ahmet Celâl’deki bu merak, savaşlardan hatta askerlikten bıkmış olan yerleşik halkı tedirgin eder. Mustafa Kemal’in kurtarıcı lider olarak izaha çalışılması da köylünün pek hoşuna gitmez, bilakis başkişiye güvensizlik artar.
Ahmet Celâl’in ülkenin durumu ve kurtuluşu ile ilgili bütün izah ve uyarıları, köy halkı için tehlikeli bulunur. Onların korkusu, alışılmış yaşam koşullarının değiştirilmesidir. Köy halkının mutlak gerçeklik olarak öncelediği ritüellerin peşinden gitmeleri ve bu bağlamda çoğu zaman Ahmet Celâl’i yok saymalarına kadar varan alışkanlıkları, içerideki ve dışarıdaki Atatürk karşıtlarına inanmalarına neden olur. Ahmet Celâl’den ziyade Şeyh Yusuf ve halife adına kurtarıcı rolü üstlendiklerini söyleyen işgalci güçlere inanmalarının nedeni de bu yüzdendir. Türk aydınının tanımadığı ve anlayamadığı Anadolu köylüsünün psikolojisini daha iyi bilen düşman (Hayber 1993: 219), varolanı/ geleneksel olanı sürdürme vaadi ile daha inandırıcı gelir. Bu açıdan halk, yaban saydıkları/ gördükleri kişinin, alışkanlık haline dönüştürdükleri gündelik yaşamlarını değiştirme yoluna gittiğini düşündükleri için onun değişim isteğini tehdit olarak algılar. Milli bir bilinç ile çağrı ve uyanış amacı taşıyan Ahmet Celâl, köylünün yerleşik bakış açısını bir türlü kıramaz. Fakat Ahmet Celâl’in temsil ettiği Türk aydını, bu tarz sömürü söylemlerinden uzak olduğu için halk arasında pek de inandırıcı bulunmaz, bilakis onun söylemleri de kendisi gibi “yaban” karşılanır.
Yazar, kahramanını buhranlar yumağı olmaktan kurtarmak için onu, köylü kızı Emine’ye aşık eder. Yazık ki aydın, halka yakınlaşmak için bulunduğu diğer teşebbüslerde olduğu gibi bunda da başarılı olamaz. Romanın sonunda düşman askerleri bütün kötülükleri ile köyü işgal ettiğinde Ahmet Celal, sevdiği kız Emine ile kaçmak isterken Emine yaralanır. Gösteriyor ki, bütün milletin başına gelen bir facia bile Türk aydınını, halkıyla birleştirmeğe yetmemiştir. (Balcı 2002: 208). Zira Ahmet Celal’in, yalnız geldiği köyden sevdiği kız Emine’yi de geride bırakarak yine yalnız bir şekilde gitmesi/ kaçması, halk ile birleşememenin bir göstergesi olur.
Sonuç Her insanın kendine özgülüğü dikkate alındığında, olay ve durumlara aynı açıdan bakmanın mümkün olmadığı aşikârdır. Bu açıdan, sınırlı bakış açısına sahip köy halkı için Ahmet Celâl, öteledikçe, ötelenen; soyutladıkça, soyutlanan bir insan/ yaban görünümündedir. Romanda etki tepki boyutunda gelişen olaylar dizgesi, kişiler dünyasına sinen kaos ortamının düzene dönüşmesine engel olurken ana izleği teşkil eden yaban/cı/laşma, olay örgüsüne ait unsurlara, milli bilinç ve kimlik inşası bağlamında tevarüs eder. İdeallerin çatışmasına dönüşen romanda başkişi Ahmet Celâl, milli bilince sahip bir Türk aydını şeklinde görüngülenir. Köy halkı ise, bilinçsizlikleri/ cahillikleri ve unutulmuşlukları ile tanıtılır.
Tek ideali vatanın kurtuluşu olan Ahmet Celâl ile tek ideali geçim sıkıntısı olan köy halkı arasındaki çatışma, romanın ana etimonunu teşkil eder. Dönemin/ savaş yıllarının yorgunu olan köy/ köylüler, geçim sıkıntısının vermiş olduğu kaygılarla içe dönük, varolan ile yetinen, kabuğunu kıramayan teslimiyetçi kişiliklerdir. Anadolu gerçeğini fark edemediği için insanını da tek taraflı bakış açısına indirgeyen başkişi Ahmet Celâl ise, hem kendine hem de başkalarına yabancı görüntüsü ile ön plana çıkar. Yazar, gerek başkişinin gerekse köy halkının alışkanlıklarını bir yaşam biçimi olarak gösterirken aslında, eylem ve eylemsizlikleri ile farklı dünyaların insanları olan bu kişileri, dışarıya kapalı varlık görünümünde sunması ile dikkat çeker.
KAYNAKÇA Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ Maltepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, r_korkmaz@hotmail.com Doç. Dr. Mutlu DEVECİ Fırat Üniversitesi, İnsani ve Sosyal Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, mdeveci@firat.edu.tr TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 7, Sayı: 24, Mart 2020, s. 1-12